- Sayfa başı
- Müritlerin, Zünnun’un deli olmayıp mahsustan öyle göründüğünü anlamaları
- Efendisinin Lokman’ı sınaması
- İmtihan edenlerce,Lokman’ın fazilet veferasetinin meydana çıkması
- Hüthüdün küçücük vücudunu görünce, Belkıs’ın kalben Süleymen Âleyhisselâm’dan gelen haberi ulu bulması
- Padişah adamlarının o has köleye haset edişlerine dair olan hikâyenin sonu
- Filozofun “İn asbaha mâüküm gavra”yı inkar etmesi
- Musa Aleyhisselâm’ın çobanın münacatını hoş görmeyip reddetmesi
- Ulu Tanrı’nın Musa’ya çoban yüzünden darılması
- Musa Aleyhisselem’a o çobanın mazur olduğuna dair vahiy gelmesi
- Musa Aleyhisselâm’ın Ulu Tanrı’dan zâlimlerin galip gelmelerindeki sırrı sorması
- Bir emîrin, ağzına yılan kaçan birisini incitmesi
- Bir adamın, ayının vefakârlığına güvenmesi
- Kör bir dilencinin “Bende iki körlük var” demesi
- Ayıyla,onun vefakârlığına güvenen ahmağın hikâyesi
- Musa Aleyhisselâm’ın öküze tapana “Nerde düşüncen, nerde ihtiyatın, tedbirin?” demesi
- Nasihatçının, ayıya kapılan kimseyi, birçok nasihat verdikten sonra terketmesi
- Bir delinin Calinus’a yaltaklanması, Calinus’un bundan korkması
Sayfa başı
Hıristiyanların cehaletine bak ki asılan bir Tanrıdan medet ummaktadır.
Çünkü onlarca İsa’yı Yahudiler asmıştır. Peki.. iş böyleyse ona kim imdat etsin?
O padişahın yüreği, onların yüzünden kan olunca “ Sen, onların içinde oldukça Tanrı onlara azap göndermez” hükmü nasıl olur da sürüp gider?
Hain kalpazandan, halis altınla kuyumcu, daha fazla korkar.
1405. Yusuflar, çirkin kişilerin hasedinden korkup gizlenirler. Güzeller, düşman korkusundan ateş içinde yaşarlar.
Yusuflar, kardeşlerinin hilesi yüzünden kuyuya düşmüşlerdir. Çünkü o kardeşler, hasetlerinden Yusuf’u kurtlara verip dururlar.
Hasetten Mısır Yusuf’unun başına neler geldi? Bu haset, pusuya yatmış büyük bir kurttur.
Hulâsa halîm Yakup, Yusuf’a bir şey yapmasın diye bu kurttan daima korkar.
Zahiri kurt, Yusuf’un etrafında dönüp dolaşmadı. Fakat bu haset, işlediği işle kurtları da geçti!
1410. Bu haset kurdu, Yusuf’u yaraladı da “ Biz onu elbiselerimizin başında bırakmış, gitmiştik, kurt kapmış” diye tatlı sözlerle özür serdetti.
Bu hile, yüz binlerce kurtta bile yok Hele dur, bak, bu kurt sonunda nasıl rüsvay olur!
Ondan dolayı herkesin yaptığı kötülüğün zararını göreceği gün hasetçiler, muhakkak kurt şeklinde haşredileceklerdir.
Hırsla dolu aşağılık ve haram yiyici kişi, o sayı günü domuz şeklinde,
Zina edenler,avret yerleri kokarak, şarap içenler, ağızları kokarak dirilirler.
1415. Gönüllerin duyduğu o gizli koku, mahşerde açığa çıkar, duyulur.
İnsanın varlığı bir ormana benzer. O deme agâhsan çekin bu varlıktan çekin!
Vücudumuzda binlerce kurt, binlerce domuz.. temiz, pis, güzel, çirkin binlerce sıfat var.
Herhangi huy galipse hüküm, onundur. Maden de altın bakırdan fazlaysa o maden altın sayılır.
Vücudunda hangi huy galipse o huyun suretine göre haşredilmen gerekir.
1420. İnsan da bir an olur, kurtluk zuhur eder, bir an olur, ay gibi Yusuf yüzlü bir güzel haline gelir.
İyiliklerle kinler gizli bir yolda gönüllerden gönüllere gidip durmaktadır.
Hattâ insandan, öküzle eşek bile bilgi sahibi olur, akıllanır, hüner elde eder.
Serkeş at, rahvan bir hale gelir, alışır. Ayı oynar, keçi de selâm verir.
Köpeğe insanın huyu geçer, nihayet çoban olur, av, avlar yahut sürüyü korur.
1425. Eshabı Kehf’in köpeğine onlardan öyle bir huy sirayet etti ki sonunda Tanrı’yı aramaya koyuldu.
Kalpte her an bir çeşit şey baş gösterir.. insan bazen şeytanlaşır, bazen melekleşir.. bazen tuzak kesilir, bazen yırtıcı hayvan!
Aslanların bildiği o acayip ormandan, gönüller tuzağına gizli bir yolu bulunan o meşelikten,
İçten içe hırsızlık et, can mercanını çal! Ey köpekten aşağı, âriflerin gönüllerinden o mercanı elde et.!
Madem ki hırsızlık ediyorsun, bari lâtif inciyi çal! Mademki hamallık ediyorsun, bari yüce bir yük yüklen!
Müritlerin, Zünnun’un deli olmayıp mahsustan öyle göründüğünü anlamaları
1430. Dostlar Zünnun’un bu işinde düşünceye daldılar, zindana gittiler, bu hal hususunda konuşup fikirlerini söylemeye başladılar:
Dediler ki: “Bunu herhalde kasten yapıyor. Bunda bir hikmet var. O bu dinle bir kıbledir, bir delildir.
Ona delilik hükmetsin, o çaldırsın.. imkân mı var? Böyle bir şey onun deniz gibi hudutsuz aklından ne kadar uzak!
Hâşa delilik bulutu, onun ayını örtsün.. böyle bir şey onun ulu makamının kemalinden değildir.
O halkın şerrinden bir bucağa sindi. Akıllılardan utandı da divane oldu.
1435. Tane tapan sersem akıldan usanmış da bu yüzden mahsus kendisini deli göstermiştir.”
Maden de der ki: “Yiğit , beni bağla.. öküz kuyruğundan yapılma kamçı ile başıma, sırtıma vur.. fakat deşeleme!
Kamçı yarasından hayat bulayım.Musa’nın öküzü yüzünden dirilen maktul gibi dirileyim.
Öküz kuyruğundan yapılma kamçının açtığı yaradan iyileşeyim, Musa’nın mucizesiyle dirilen o öldürülmüş adam gibi canlanayım.
O öldürülmüş adam öküz kuyruğu kamçısının açtığı yaradan dirildi. Bakır gibi kimya yüzünden altın oldu.
1440. Sıçrayıp kalktı, sırları söyledi, kanını dökenleri gösterdi.
Beni bunlar öldürdü, bu fitnenin tohumunu bunlar ekti diye açıkça söz söyledi.
Bu ağır beden de öldürüldü mü sırları bilen ruh varlığı dirilir.
O adamın canı cenneti de görür, cehennemi de.. bütün sırları da tanır, bilir.
Kanlı şeytanları, hile ve hud’a tuzağını ve şeytanlıkları gösterir.
1445. Kuyruğunun açacağı yara yüzünden can kurtulsun diye öküz kesmek, yol şartlarındandır.
Sen de tez öküz nefsi tepele de gizli ruh dirilsin, akıllansın.
Onlar, ahvali anlamak üzere Zünnun’un yanına yaklaşınca Zünnun onlara bağırdı: “ Hey, kimlersiniz? Sakının!”
Onlar, edepli, edepli “ Biz dostlardanız. Buraya canla başla hal hatır sormak için geldik.
Nasılsın ey hünerli, marifetli akıl denizi? Akıllı olduğun halde niye kendini deli gösteriyorsun, bu ne bühtan?
1450. Güneşe külhanın dumanı erişir mi? Anka, kargaya zebun olur mu?
Bizden çekinme, şunu anlat.Biz seni sevenleriz. Bize bu işi etme.
Sevenleri, kendinden uzaklaştırmak yaraşmaz. Onlardan işi gizlemek onları hileyle aldatmak doğru değildir.
Padişahım, sırrı açığa vur. Ey ay yüzlü, yüzünü bulutla gizleme.
Biz seni seviyoruz,sana sadığız, âşığız. İki âlemde de gönlümüzü sana verdik” dediler.
1455. Zünnun, sövüp saymaya başladı, delicesine saçma sapan sözler söyledi.
Sıçrayıp onlara taş topaç yağdırmaya, sopa sallayıp fırlatmaya koyuldu. Hepsi yaralanıp ezilmek korkusundan kaçtılar.
Zünnun, kahkahayla gülüp başını salladı. Dedi ki: “ Şu dostların heva ve hevesine bak.
Dostlara bak! Hani dost olanların nişanesi? Dostlara zahmet can gibi sevimlidir.
Dosta, dostun zahmeti ağır gelir mi? Zahmet içtir, ruhtur. Dostluksa onun derisine benzer.
1460. Dostluk nişanesi belâdan, âfetlerden, minhetlerden hoşlanmak değil midir?
Dost altın gibidir. Belâ da ateşe benzer. Halis altın, ateş içinde saf bir hale gelir”
Efendisinin Lokman’ı sınaması
Tertemiz bir kul olan Lokman, gece gündüz kullukta çevik ve gayretli değil miydi?
Efendisi, onu ileri tutar, oğullarından üstün görürdü.
Çünkü lokman, filvaki kul oğluydu ama efendiydi, heva ve hevesten hürdü.
1465. Bir padişah, konuşma esnasında bir şeyhe dedi ki: “ Benden bir şey dile”
Şeyh “ Padişahım, bana böyle söylemekten utanmıyor musun? Hele biraz daha yüksel!
Benim iki kulum var. Onlar hor hakîr kişilerdir ama ikisi de sana hükmederler, ikisi de emrederler” dedi.
Padişah “ Bu söz hatalı bir söz. O iki kul kimler ?” deyince ,şeyh “ Birisi kızmak, öbürü şehvet” dedi.
Padişahlıktan feragat edeni padişah bil. Onun nuru ayla güneş olmaksızın da parlar durur.
1470. Mahzene sahip olan, zatı mahzen olmuş kişidir. Varlığa, mağlûp olan, varlığa düşman olan kişidir.
Lokman’ın efendisi, görünüşte onun efendisiydi ama hakikatte Lokman’ın kuluydu.
Bu ters dünyada benzerler pek çoktur. Onların nazarında bir gevher, çöp parçasından da bayağıdır.
Her çöle, geçip kurtulunacak yer adı verilmiştir. Ad ve suret, halkın akıllarına tuzaktır.
Bir güruhu, elbisesi tanıtır. Onu o libasla görünce avamdan derler.
1475. Mürailik sureti de bir güruhun adını zâhitliğe çıkarmıştır.Halbuki kendisi riyaya boğulmuştur.
Taklitten, kapıp kaçmadan arınmış nur gerek ki, onu, sözünü dinlemeden, işini görmeden tanısın.
Bu nura sahip olan , akıl yoluyla onun kalbine girer, nakdini görür, nakil ve rivayete bağlanmaz.
Gaybı adamakıllı bilen Tanrının has kulları can âleminde kalp casuslarıdır.
Hayal gibi gönle girerler. Gizli şey ve hal, onların önünde apaçıktır.
1480. Serçenin vücudunda ne kuvvet, ne kudret vardır ki sırrı, doğanın aklından gizli kalsın?
Tanrı sırlarına vakıf olan kişinin önünde mahlukatın sırrı nedir ki?
Göklere çıkan adama yeryüzünde yürümek güç gelir mi?
Be zâlim, Davut’un elinde demir mum haline gelir,erirdi, artık onun avucunda mum ne oluyor?
Lokman, kul şeklinde bir efendiydi. Kulluğu, yalnız zahiri bir görünüşten ibaretti.
1485. Meselâ, efendi tanımadık bir yere giderse kuluna elbisesini giydirir.
Kendisi de o kölenin libaslarını giyer, köleyi kendisine efendi yapar.
Kullar gibi onun ardından yürür. Bu suretle kendisini kimseye tanıtmaz.
Ey kul, sen baş köşeye otur. Ben, eski bir kul gibi ayakkabılarını götüreyim.
Sen sertlik et, bana söv, hiçbir suretle ağırlama.
1490. Şimdi hizmetin, bence bana hizmet etmeyi bırakmadan ibarettir. Ben, bu suretle gurbet diyarında bile tohumu ekeceğim” der.
Efendiler, kendilerini kul sanılsınlar diye kulluğu kabul etmişlerdir.
Onların gözleri toktur, efendiliğe doymuşlardır, kendilerine lâzım olan işi yapa gelmişlerdir.
Halbuki bu heva ve heves kulları, onların aksine kendilerini akıl ve can efendisi gösterirler.
Efendi kulluk edebilir. Fakat kuldan kulluktan başka bir şey zuhur edemez ki.
1495. Şunu bil ki o âlemden bu âleme böyle tersine akseden nice şeyler vardır.
Lokman’ın efendisi bu gizli hali biliyordu, ondan bir nişane görmüştü.
Sırrı bildiği için o yol gösterici,iş başarmak için eşeğini güzelce sürmekteydi.
Lokman’ı daha önceden azat ederdi ama hoşnutluğunu diliyordu.
Çünkü Lokman’nın muradı buydu. O aslan, o yiğit, istiyordu ki kimse sırrına ermesin.
1500. Sırrını kötülerden gizlemen, şaşılacak bir şey değil; şaşılacak şey kendinden de saklaman,kendinden de gizlemendir.
Fakat sen, işini gözünden bile gizle de işine kötü göz değmesin.
Kendini ücret tuzağına teslim et de sonra kendinden, kendiliğin olmaksızın bir şey çal.
Yaralıya, vücudundan temreni çıkarabilmek için afyon verir, uyuturlar.
Ölüm vaktinde de adama elem ve ıstıraplar verirler. O halde meşgulken canını alıverirler.
1505. Şu halde anlıyorsun ya, gönlünü herhangi bir düşünceye verdin mi, gizlice senden bir şey alacaklardır.
Her ne düşünür, her ne elde edersen hırsız, emin olduğun yerden gelip çatmaktadır.
Binaenaleyh bari en iyi işe koyul da hırsız, senden hiç olmazsa en bayağı, en aşağı bir şeyi alıp götürebilsin.
Tacirin yükü suya düşerse ondan daha iyi bir kumaşa el atar.
Senin de madem ki suya bir şeyin düşecek, mahvolacak.. en aşağı şeyi terk et de daha iyisini bul.
İmtihan edenlerce,Lokman’ın fazilet veferasetinin meydana çıkması
1510. Lokman’ın efendisi, kendisine yemek getirdiler mi, Lokman’a adam gönderip çağırtır,
Önce o yemeğe Lokman el sunar, efendisi de ondan sonra yerdi.
Bu suretle onun artığını afiyetle yer, bundan zevk alır, onun yemediğini ise dökerdi.
Hattâ yese bile gönülsüz, iştahsız yerdi. İşte asıl sonsuz dirlik, birlik budur.
Bir gün Lokman’ın efendisine hediye olarak bir karpuz getirdiler. Hizmetçiye “ Git, oğlum Lokman’ı çağır” dedi.
1515. Lokman gelince, efendisi, karpuzu kesip ona bir dilim verdi. Lokman, o dilimi bal gibi, şeker gibi yedi.
Hem de öyle lezzetle yedi ki Lokman’ın efendisi, ikinci dilimi de kesip sundu. Böyle, böyle karpuzu tekmil yedi;
Yalnız bir dilim kaldı. Efendisi “ Bunu da ben yiyeyim; bir göreyim,bakayım, nasıl şey, herhalde tatlı bir karpuz” dedi .
Çünkü Lokman, öyle lezzetle,öyle zevkle,öyle iştahlı,iştahlı yiyordu ki görenlerin de iştahı geliyordu.
Efendisi, o dilimi yer yemez karpuzun acılığından ağzını bir ateştir sardı, dili uçukladı, boğazı yandı.
1520. Bir eyyam acılığından âdeta kendisini kaybetti. Sonra “ A benim canım, efendim,
Böyle bir zehri nasıl oldu da tatlı, tatlı yedin, böyle bir kahrı nasıl oldu da lütuf saydın?
Bu ne sabır? Neden böyle sabrettin? Sanki canına kastın var?
Niye bir şey söylemedin, niye biraz sabret şimdi yiyemem demedin?” dedi.
Lokman dedi ki: “ Senin nimetler bağışlayan elinden o kadar rızıklandım ki utancımdan âdeta iki kat olmuşumdur.
1525. Elinle sunduğun bir şeye ; ey marifet sahibi; bu acıdır demeğe utandım.
Çünkü vücudumun bütün cüzileri senin nimetlerinden meydana geldi. Ben senin tanene, tuzağına gark olmuştum;
Bu kadarcık bir acıya dayanamaz, feryat edersem vücudumun bütün cüzileri Hak ile yeksan olsun!
Şekerler bağışlayan elinin lezzeti bu karpuzdaki acılığı hiç bırakır mı?
Sevgiden acılıklar tatlılaşır,sevgiden bakırlar altın kesilir.
1530. Sevgiden tortulu, bulanık sular, arı duru bir hale gelir, sevgiden dertler şifa bulur.
Sevgiden ölü dirilir, sevgiden padişahlar kul olur.
Bu sevgi de bilgi neticesidir. Saçma sapan şeylere kapılan kişi nasıl olur da böyle bir tahta oturur ki?
Noksan bilgi nerden aşkı doğuracak? Noksan bilgi de bir aşk doğurur ama o aşk, cansız şeylerdir.
Noksan bilgi sahibi, cansız bir şey de dilediği şeyin rengini görünce âdeta bir ıslıktan sevgilinin sesini duymuş gibi olur.
1535. Noksan bilgi, fark ve temyize malik değildir. Nihayet şimşeği güneş sanır.
Bu yüzden peygamber, noksanı olan kişiye melûn dedi. Fakat bu noksan, tevil de akıl noksanıdır.
Teninde noksan bulunan acınır, acınan kişiye lânet etmek böyle bir adamı yaralamaksa hiç de yaraşır bir şey değil.
Kötü hastalık, lânet edilmesi icap eden, uzaklığa lâyık olan illet, akıl noksanıdır.
Zira noksan akılları tamamlamak, yani akıllanmak mümkündür, fakat bedendeki noksanı tamamlamaya imkân yok.
1540. Tanrı’dan uzak düşen her kötü kişinin kâfirliği, Firavunluğu, umumiyetle akıl noksanından ileri gelmiştir.
Beden noksanı için Kuran’ da “ Köre teklif yok” diye bir genişlik var.
Şimşek çabucak sönüp gider, pek vefasızdır. Sen aydın ve parlak olmayan geçici şeyi baki olandan ayırt edemiyorsun.
Şimşek güler o kişiye. Kime biliyor musun ? Onun nuruna gönül bağlayana.
Felek nurlarının sonu yoktur. O nurlar, şarkta ve garpta bulunmayan Tanrı nuruna benzer mi hiç?
1545. Şimşek, bil ki göz nurunu alır, baki nur da, bil ki gözlere yardımcıdır.
Deniz köpüğü üstüne at sürmekle şimşek ziyasıyla mektup okumak,
Hırs yüzünden âkıbeti görmemek, kendi gönlüne, kendi aklına gülmektir.
Aklın hassası, işin sonunu görmektir. Âkıbeti görmeyen akıl, nefistir.
Nefse mağlûp olan akıl, nefis haline gelmiştir. Müşteri, Zuhal tesiri altında kalırsa Zuhalleşir.
1550. Sen bu yomsuzluk içinde gözünü döndür de sana bu nuhuseti verene bak!
Bu cezirle meddi gören kişi, yomsuzluktan kurtulur, saadete erer.
Tanrı, bir halden bir hale döndürme esnasında her şeyi zıddıyla meydana çıkararak seni halden hale döndürür durur.
Bu suretle de Eshabı Şimalden olmaktan korkar durur, erler gibi de Eshabı Yemin’in lezzetini umarsın.
Bir yandan korkuya, bir yandan ümide düştün mü iki kanadın olur. Bir kanatlı kuş kat’iyen uçamaz, âcizdir.
1555. Ya beni bırak, hiç söylemeyeyim, yahut da izin ver tamamıyla söyleyeyim.
Yoksa ne bunu istiyor, ne onu istiyorsan yine ferman senin. Kim ne bilir ki maksadın ne, muradın nerede?
Can, İbrahim canı olmalı ki nuruyla ateş içinde cennetler, köşkler görsün.
Derece, derece aya, güneşe kadar yücelsin; halka gibi kapıya kalmasın.
Halil gibi yedinci kat gökten de geçsin.. Çünkü ben batanları, geçenleri sevmem.
1560. Bu ten âlemi, şehvetten kurtulan kişiden başkasını yanılta gelmiştir, yanılta gider.
Hüthüdün küçücük vücudunu görünce, Belkıs’ın kalben Süleymen Âleyhisselâm’dan gelen haberi ulu bulması
Belkıs’a yüzlerce rahmet olsun. Tanrı, ona yüzlerce erkeğin aklını vermişti.
Bir hüthüt kuşu, Süleyman’dan birkaç satırdan ibaret bir mektup getirdi.
Belkıs okudu. Elçinin getirdiği o şümullü nükteleri hor görmedi.
Gözü, hüthütü gördü, gönlü onun Anka olduğunu anladı. Duygusu onu bir köpekten ibaret gördü, gönlüyse bir derya.
1565. Nasıl olur da bir görür, ikisini de yetiştirmek için zahmet çeker, hele gözü her şeyin sonunu görüp dururken buna imkân mı var?
O iki ağaç, filvaki şimdi görünüşte bir görünüyor ama ağaçlardan maksat ne? Meyve vermek değil mi?
Tanrı nuruyla gören, sondan önden agâh olan şeyh;
Âhiri gören gözü Tanrı uğrunda yummuş, menzile ulaşma hususunda sonu gören gözü açmıştır.
O hasetçiler, kötü ağaçtır.Yarattıkları acı, bahtları kötüdür.
1570. Hasetten coşarlar,ağızları köpürür durur, gizlice hileler kurarlar.
Bu suretle has kölenin boynunu vurmak, dünyadan kazımak dilerler.
Canı, padişahın canı olan kişi, nasıl fâni olur? Birisinin gönlünü Tanrı korursa o adam nasıl yok olur?
Padişah o sıralara vâkıftı, fakat Ebubekr-i Rebabi gibi ses çıkarmıyordu.
Yaratılışları kötü, ahlâkları fena kişilerin gönüllerini görüyor, o testicilerle gizlice alay ediyordu.
1575. Hileciler, hile düzüp koşuyorlar,padişahı çömleğe sokmak istiyorlardı.
O kadar büyük bir padişah, a eşekler, nasıl bir çömleğe sığar?
Padişah için bir tuzak ördüler ama nihayet bu hileyi de ondan öğrendiler.
Ne kötü talebedir o talebe ki hocasıyla baş koşar, onunla kendisini bir görür.
Hem de hangi hocayla? Huzurunda gizli, aşikâr bir olan cihan hocasıyla.
1580. Onun gözü, Tanrı nuruyla bakmakta, bilgisizlik perdelerini yırtıp yakmaktadır.
O talebe, eski kilim gibi paramparça, delik deşik olmuş gönülleri bir perde yapıp o hâkimin önüne gerer.
Halbuki o perde bile yüzlerce ağzıyla ona gülüp durur.Her ağzı hocaya bir delik olmuştur. ( deliklerden talebenin gönlünü seyreder durur.)
Hoca , talebeye der ki; “ Ey köpekten de aşağı olan, bana hiç mi vefan yok?
Haydi beni kuvvetli, müşküller halledici bir hoca farz etme, tut ki senin gibi bir talebeyim, senin gibi gönül gözüm kör.
1585. Fakat canına, gönlüne yardımım da mı dokunmadı? Sana ben olmadıkça bir feyiz bile akmıyor.
Şu halde görüyorsun ya, gönlüm, senin bahtının tezgâhı. Be doğru düzen olmayan, bu tezgahı niye kırarsın?
Çakmağı gizlice çakıyorum dersen kalpten, kalbe pencere yok mu ki?
Gönül, nihayet senin fikrini de pencereden görür, andığın şeye şahadet eder.
Tut ki kereminden yüzüne vurmuyor, yüzünü yerlere sürtmüyor, ne söylersen gülüp “ Evet, evet” diyor.
1590. Fakat senin hilene, hud’ana gülmüyor. Kötü huyuna, yaptığın şeylere gülüyor.
Hile edenin göreceği, bulacağı karşılık hileden ibarettir. Büyük testiyi vur kır, küçük testiyi al iç. İşte lâyığın bu! Eğer
o senden razı olur, bu yüzden gülerse sana yüz binlerce gül açılır.
Gönlü senden razı olursa bil ki o, Hamel burcunda bir güneş kesilir.
O yüzden hem gündüz güler hem bahar.Çiçeklerle yeşillikler birbirine karışır.
1595. Yüz binlerce bülbülle kumru ötüşmeye başlar; sessiz cihanı sesle doldurur.
Ruh yaprağını sararmış,kararmış bir halde görüyorsun da padişahın gazabından yine haberin yok.
Padişahın güneşi itap burcunda olunca yüzleri kebap gibi karartır.
O Utarit’in sayfaları , bizim canımızdır; o sayfalardaki beyazlık, karalık, bizim mizanımız.
Sonra ruhları; sevdadan, âcizlikten kurtarsın diye tekrar kırmızı ve yeşil bir ferman yazar.
1600. Hulâsa ilkbaharın yazıp çizdiği şeyler de kavsikuzah gibi kırmızı ve yeşil sayılır”.
Padişah adamlarının o has köleye haset edişlerine dair olan hikâyenin sonu
Padişah beylerinin hikâyesi,o ebedî sultan kölelerinin has köleye hasetleri,
Söz, sözü aça, aça hayli geri kaldı. Yine o hikâyeye başlamak, onu tamamlamak gerek.
İkbâl sahibi ve bahtlı melek bahçıvan, nasıl olur da ağacı ağaçtan fark etmez?
Acı ve kötü ağaçla, bire yedi yüz meyve veren meyveli ağacı.
1605. Akıl, bu iki renkli tılsımlar yüzünden Muhammet’le, Ebucehil’lerin savaştığı gibi duygu ile savaşır durur.
Kâfirler, Ahmet’i beşer gördüler. Çünkü onun ayı böldüğünü görmemişlerdi.
Hisse ait gözüne toprak serp. His gözü, akla da düşmandır, dine de.
Tanrı duygu gözüne kör dedi, putperest dedi, bizim zıddımız dedi.
Çünkü o, köpüğü gördü de denizi görmedi. Bu demi gördü de yarını görmedi.
1610. Bu günün sahibi de odur, yarının sahibi de. Her ana sahip olan, önünde durup durur da o, hazineden bir pul bile görmez.
Bir zere bile o güneşten haber verir ve güneş; o zerreye kul, köle kesilir.
Birlik denizinin elçisi olan katraya yedi deniz esir olur.
Bir avuç toprak bile onun yüzünden çevikleşirse felekler, o, bir avuç toprağın önüne baş koyar.
Âdemin toprağı Tanrıdan çevikleşince Tanrı melekleri o toprağın önünde secde ettiler.
1615. Göğün yarılması nedendi? Toprakla olan münasebeti kaldıran, müşkülleri halleden bir gözden.
Toprak, kesafeti yüzünden suyun dibine gider. Öyle olduğu halde toprağa bak ki çevikleşti, süratle Arşı bile geçti.
Bil ki o letafet sudan değildir, ancak Verici ve Eşsiz, Örneksiz Yaratıcının ihsanından,.
Dilerse havayı, ateşi aşağılatır, dilerse dikeni gülden üstün eder.
Tanrı hükmedicidir, dilediğini yapar.Derdin ta kendisinden deva yaratır.
1620. Havayı, ateşi aşağılatırsa onları karartır, bulandırır, ağırlaştırır.
Yeri ve suyu yüceltirse kâinat yolunu ayaklarıyla arşınlarlar, yürürler.
Gayrı tamamıyla anlaşıldı ki dilediğini yüceltir, toprağa mensup olana “Kanatlarını aç” der.
Ateşe mensup olana der ki: “ Yürü, İblis ol, yedinci kat yerin altında şeytanlık et.
Ey topraktan yaratılan adam, sen de yürü, Süha yıldızını bile geç.Ateşten yaratılan İblis, sen de yerin dibine git.
1625. Ben dört tabiat ve illet-i şlâ değilim. Her şeyi tasarruf etmede Baki ve Daimîyim .
İşim illetsiz, sebepsiz ve dosdoğrudur. Ey kötü düşünceli; takdirim, sebebe bağlı olamaz.
Bir vakit olur,âdetimi değiştirir.. bir vakit olur, bu tozu yatıştırırım.
Denize “ Durma, hemencecik ateşlerle dol” derim. Ateşe “ Haydi, gül bahçesi kesil” diye emrederim.
Dağa derim ki: “ Pamuk gibi hafifleş!” Göğe derim ki: “Göze baş aşağı görün”
1630. Güneşe “ Ey güneş, ayla birleş” der, ikisini de iki kara bulut haline getiririm.
Güneş çeşmesini kurutur, kan çeşmesini, sanatımla misk haline getiririm”
Tanrı, güneşle ayın boyunlarına boyunduruk vurur, onları iki kara öküz gibi bağlayıverir.
Filozofun “İn asbaha mâüküm gavra”yı inkar etmesi
Kuran okuyan biri, Kuran’dan “ Mâüküm gavra” yani “ Suyu kaynağından keser,
Yerin derinliklerinde gizler, kaynakları kurutur, kupkuru bir hale getirirsem,
1635. Benim gibi ihsanda, ululukta misalsiz olan tek Tanrıdan başka kim vardır ki suyu tekrar kaynağına getirebilsin?” âyetini okuyordu.
Bir hor, hakîr felsefeci, bir aşağılık mantıkçı, mektep yanından geçerken,
Bu âyeti duyup hoşuna gitmedi. Dedi ki: “ Suyu külünkle biz çıkarırız.
Belin, kazmanın darbesiyle ta yerin dibinden kaynatırız”
Gece uyudu, rüyada aslan gibi bir adam gördü. O adam felsefeciye bir tokat vurdu. İki gözünü de kör etti.
1640. Dedi ki: “ Ey kötü kişi, eğer doğrucuysan, gözün doğruysa bu iki göz kaynağını da, haydi kazma ile nur landır”
Gündüzün felsefeci sıçrayıp uykudan kalktı. Gördü ki iki gözü de kör olmuş, iki gözünün nuru da sönmüş!
Eğer ağlayıp inleseydi, eğer tövbe ve istiğfar etseydi mahvolan nur, Tanrı keremiyle yine zuhur ederdi.
Fakat istiğfar etmek de elde değildir. Tövbe zevki, her sarhoşun mezesi olmaz.
Yapılan işlerin çirkinliği, küfür ve inkârın şomluğu, onun gönlüne tövbe gelmesine mani oluyordu, tövbe yolunu bağlamıştı.
1645. Gönlü, katılıkta taşa dönmüştü. Tövbe onu ekin ekmek için nasıl yarabilir?
Nerede Şuayb gibi biri ki duasıyla dağı, ekin ekmek üzere toprak haline getirsin.
Halil’in niyazı ve inanışı yüzünden güç ve olmayacak iş mümkün oldu.
Yahut Mukavkıs’ın Peygamberden dilemesi üzerine taşlık yer, gayret güzel bir tarla haline geldi.
Bunlar gibi o kötü adamın inkârı da aksine olarak altını bakır haline getirir, sulhu savaş yapar.
1650. Bu kötü kişi, çarpma kehribarıdır. Kabiliyetli toprağı bile taş topaç yapar.
Her gönle secde için izin yok, her ücretlinin ücreti rahmet değil.
Kendine gel de “ Tövbe eder, Tanrıya sığınırım” diye cürümde bulunma, günah etme.
Tövbeye de bir parlaklık gerek. Tövbeye de bir şimşek bir bulut şart.
Meyvenin olması için hararet ve su lâzımdır. Bunun için de bulut ve şimşek icabeder.
1655. Gönül şimşeğiyle iki göz bulutu olmadıkça tehdit ve hışım ateşi nasıl yatışır?
Vuslat zevkinin yeşilliği nasıl yetişir, kaynaklardan arı, duru su nasıl coşar?
Gül bahçesi; yeşilliğe nasıl sır söyler, menekşe nasıl olur da yaseminle ahdedebilir?
Çınar, dua için nasıl el açar, ağaç havada nasıl baş sallar?
Çiçek bahar mevsiminde ( renklerle, kokularla dolu olan) eteğini nasıl serper?
1660. Lâlenin yüzü nasıl kan gibi kızarır? Gül, kesesinden nasıl altın saçar?
Nasıl olur da bülbül gülü koklar; üveyik kuşu, bir istekli gibi “Kû-kû- nerede, nerede” diye öter?
Nasıl olur da leylek “ lek, lek – senin sesin” sesini canla, başla çıkarır. Ey yardımı dilenen Tanrı, senin de ne demek?
Zaten her şey senin mülkünden ibaret. Nasıl olur da toprak, içteki sırları gösterir? Nasıl olur da bahçe gökyüzü gibi aydınlanır?
Bu güzel ve ağır elbiseleri nereden getirdiler? Hepsini de kerem sahibi Tanrıdan.. hepsini de merhamet sahibi Tanrıdan!
1665. O letafetler, bir güzellik nişanesidir, o nişane de ibadet edici bir erin ayak izi.
Padişahtan nişane gören sevinir. Görmeyene gelince, uyanıp kendine gelemez.
Elest deminde Rabbini görüp sarhoş olarak kendinden geçen kişinin ruhu bu gün de Rabbini görür, kendinden geçer.
Şarap kokusunu şarap içen tanır. Şarap içmeyen şarap kokusunu ne bilsin?
Hikmet, müminin kaybolmuş devesine benzer, Hikmet, teşrifatçı gibi adamı padişahla görüştürür.
1670. Rüyada güzel yüzlü birisini görürsün, o sana vâde verir, alâmetler söyler.
Muradın olacak, nişanesi de bu: Yarın sana filân kişi gelecek.
Onun bir alâmeti atlı oluşudur. Bir alâmeti de şu: Seni görünce kucaklayacak.
Bir alâmeti de seni görünce gülmesi; diğer bir nişanesi de sana karşı el kavuşturmasıdır.
Diğer bir alâmeti de şudur ki: Heveslenip bu rüyayı yarın hiç kimseye söylemeyeceksin.
1675. Bu alâmet, Yahya’nın babasına da gösterilmiş, ona da “ Üç güne kadar kimseye bir söz söylemeye muktedir olamazsın.
Üç geceye dek iyiden kötüden bahsetme, sus. İşte bu senden Yahya adlı bir çocuk olacağına alâmettir.
Üç gün konuşma. Bu susmak senin maksadına erişeceğine delâlet eder.
Kendine gel, bunları dile getirme. Bu sözü gönlünde gizli tut” denmişti.
Sana da bu alâmetleri şeker gibi tatlı, tatlı söyler. Hattâ bunlar nedir ki?Daha yüzlerce nişaneler var.
1680. Bu rüya; durmadan dinlenmeden biteviye Tanrı’dan dilediğin saltanata, istediğin makama erişeceğine alâmettir.
Olması için uzun gecelerde ağlayıp inlediğin, seher çağlarında niyaz ettiğin muradına;
Eline girmedikçe günlerini karartan, boynunu iğ gibi incelten maksadına erişeceğine delâlet eder.
Temiz erler nasıl varını, yoğunu verirlerse sen de onu elde etmek için varını,yoğunu verdin;
Malını, mülkünü, uykunu feda ettin, yüzünün rengi kaçtı, hatta başından bile geçtin, bir kıl gibi kaldın;
1685. Nice demdir ödağacı gibi ateşlere atıldın.Kaç kereler miğfer gibi kılıç önüne gittin!
Bunlar gibi, yüz binlerce biçarelikler, âşıkların huyudur. Bunlar, sayıya gelmez ki!
Geceleyin bu rüyayı görünce gündüz oldu mu o ümitle günün aydınlanır.
O alâmetler nerede acaba diye gözünü sağa, sola çevirir durursun.
Eyvah, gün geçer de o alâmetler zuhur etmezse diye yaprak gibi titrersin.
1690. Mahallelerde, pazarlarda buzağısını kaybetmiş adam gibi koşarsın.
Birisi “ Baba, hayrola, ne koşup duruyorsun? Burada bir şey mi kaybettin, kaybettiğin ne? ” dese,
“ Hayırdır ama bana. Benden başka kimsenin bilmesi caiz değil.
Söylersem bana gösterilen nişaneler kaybolur. Onlar kayboldu mu ben, öldüm gitti” dersin.
Her atlının yüzüne dikkatle bakarsın. Baktığın adam, sana “ Bana deli gibi bakma be”der.
1695. Ben, bir sahip kaybettim. Onu aramaya yüz tuttum.
Ey atlı, devletin daimî olsun. Âşıklara acı, onları mazur tut” dersin.
Madem ki gayretle aradın dikkatle baktın, bu işe adamakıllı sarıldın.. elbette bulursun. Bir işe ciddi bir suretle sarılan yanılmaz demişler.
Ey iyi bahtlı, ansızın atlı gelir, seni sımsıkı kucaklar.
Sen kendinden geçer, dostlarından ayrılırsın. Bu işten haberi olmayan da “ İşte sana riyakâr, işte sana münafık!” der.
1700. Ne bilsin o, kendisinden geçen kişinin coşkunluğu nedir? Bu kimin vuslatı, nişanesi? Bilmez ki.
Bu nişane, gören kişinin hakkındadır. Başkasına bu nişane nereden zuhur edecek?
Âşığa her an, ondan bir nişane görünmekte, canına can katılmaktadır.
Sanki çaresiz kalmış balığın önüne su gelmiş.. bu nişaneler, o kitabın delilleridir.
Peygamberlerde olan nişaneler de âşina olan cana mahsustur.
1705. Bu söz noksan kaldı, bir karara bağlanmadı. Gönlüme malik değilim ki mazur gör.!
Zerreleri kim sayabilir ki? Hele saymaya kalkışan, aklını aşka kaptırmış bir adam olursa!
Bağdaki yaprakları, keklik ve karganın ötüşlerini sayabilir miyim?
Bunlar sayıya gelmez ama ben, sınanmış adamı ir şadetmek için sayıyorum.
Zuhal yıldızının nuhusetiyle Müşterinin saadeti, saymaya kalkışan da sayıya sığmaz.
1710. Fakat böyle olduğu halde bu ikisinin bazı tesirini, yani zarar ve faydalarını anlatmak yine lâzımdır.
Bu suretle kaza ve kaderin eserlerinden cüzi bir miktarı saadet ve nuhuset ehlince anlaşılmış olur.
Talihi Müşteri olan kişi, neşesinden, ululuğundan sevinir;
Talihi Zuhal olan da şer işlere düşmemek için yaptığı şeyler de ihtiyat etmek lüzumunu anlar.
Yıldızı Zuhal olan kişinin ahvalini tamamıyla söylesem zavallı,o yıldızının ateşinden yanar.
1715. Padişahımız, bize “ Tanrı’yı anın” diye ruhsat ve müsaade verdi; bizi ateş içinde gördü de nur ihsan etti.
Dedi ki: “ Filvaki ben, sizin beni anmanızdan müstağniyim. Beni tasvir etmek, övmek, anmak lâyık değil.
Fakat tasvire, hayale kapılan, bizim zatımızı misalsiz, tasvirsiz anlayamaz”
Cisme mensup anış, nâkıs bir hayaldir. Padişahlara lâyık olan tavsif, cismani anışlardan arınmıştır.
Birisi padişaha, “ Çulha değildir” dese bu ne biçim metih? Yoksa padişahın çulha olmadığını bildirmiyor mu ki?
Musa Aleyhisselâm’ın çobanın münacatını hoş görmeyip reddetmesi
1720. Musa, yolda bir çoban gördü. Çoban, şöyle söylenip duruyordu: “ Ey kerem sahibi Tanrı!
Neredesin ki sana kul, kurban olayım. Çarığını dikeyim, saçını tarayayım.
Elbiseni yıkayayım, bitlerini kırayım.. Ulu Tanrı, sana süt ikram edeyim.
Elceğizini öpeyim ayacığını ovayım. Uyuma vaktin gelince yerceğizini silip süpüreyim.
Bütün keçilerim sana kurban olsun. Bütün nağmelerim, heyheylerim senin yâdınladır Tanrım!”
1725. O çoban, bu çeşit saçama sapan şeyler söyleyip duruyordu. Musa “Kiminle konuşuyorsun?” diye sordu.
Çoban, “ Bizi yaratanla, bu yeri göğü halk edenle” diye cevap verince,
Musa dedi ki: “ Vah ,vah, sen sersemlemişsin. Daha Müslüman olmadan kâfir oldun,
Bu ne saçma söz, bu ne küfür, bu ne olmayacak şey? Ağzına pamuk tıka.
Küfrünün pis kokusu dünyayı tuttu. Küfrün, din kumaşını yıprattı.
1730. Çarık, dolak,ancak sana yaraşır. Bir güneşe bu çeşit şeylerin ne lüzumu var?
Böyle sözlerden ağzını kapamazsan bir ateş gelir, halkı yakar.
Zaten ateş gelmedi de bu duman ne?Can niye kapkara bir hale geldi, ruh merdutlaştı?
Tanrının her şeye kadir ve her hususta âdil olduğunu biliyorsan nasıl oluyor da bu hezeyanlara, bu küstahlığa cüret ediyorsun?
Akılsız dost, zaten düşmandır. Ulu Tanrı, bu çeşit hizmetlerden ganidir.
1735. Sen bunları kime söylüyorsun. Amcana, dayına mı?Tanrı sıfatlarında cisim sahibi olmak ve ihtiyaç var mı?
Büyüyüp gelişmekte olan süt içer. Ayağı muhtaç olan çarık giyer.
Eğer bu dedikodu, kulu içinse… Tanrı, onun hakkında da “ O, benim” dedi. Yine beyhude ve bâtıl.
Tanrı, onun hakkında, “ Hastalandım da yine halimi hatırımı sormadın? Yalnız o hastalanmadı, ben de hasta oldum” demiştir.
Bu çeşit sözler, “ Benimle duyar, benimle görür” haki katına erişen kişi içinde bâtıldır.
1740. Tanrı haslarıyla edepsizce konuşmak gönlü öldürür amel defterini kapkara bir hale koyar.
Sen bir erkeğe Fatma desen; erkekle kadın, hep bir cinsten olmakla beraber,
İmkân bulursa kanına kasteder, isterse haddi zatında halîm ve mülâyim olsun!
Fatma sözü, kadınlar için övünçtür. Fakat erkeğe söylersen kılıç yarası gibi tesir eder.
El ayak.. bizim için övünç vesilesidir; fakat Tanrının arılığına nispetle kusur.
1745. “ Doğmaz, doğurmaz” vasfı ona lâyıktır . Babayı da halk eden o, oğlu da.
Doğma, cisim olanın vasfıdır. Doğan, ırmağın bu yüzüne mensuptur.
Çünkü doğan, Kevnü Fesat âlemindendir, aşağılıktır, sonradan olmadır. Elbette onu bir meydana getiren lâzım.”
Çoban, “ Ya Musa ağzımı bağladın, pişmanlıktan canımı yaktın” dedi;
Elbisesini yırtıp yana ,yana bir ah çekti, başını alıp çöle doğru yola düştü.
Ulu Tanrı’nın Musa’ya çoban yüzünden darılması
1750. Musa’ya Tanrı’dan şöyle vahiy geldi: “ Kulumuzu bizden ayırdın.
Sen ulaştırmaya mı geldin, yoksa ayırmaya mı?
Kaadir oldukça ayrılığa ayak basma. Bence en hoşlanılmayan şey ayrılıktır.
Ben, herkese bir huy, herkese bir çeşit ıstılah verdim.
Ona metih olan söz, sana zemdir; ona göre baldır, sana göre zehir!
1755. Bizse temizden de münezzehiz, pisten de. Ağırlıktan da arıyız, çeviklik ve titizlikten de!
Kullara ibadet edin diye emrettimse bir kâr, bir fayda elde edeyim diye değil, kullara ihsanlarda bulunayım diye.
Hintlilere, Hintlilerin sözleri metihtir. Sintlilere, Sintlilerin.
Onların beni tespih etmeleriyle münezzeh, mukaddes olmam. Bu tespih incilerini saymakla kendileri temizlenirler.
Biz; dile, söze bakmayız; gönle hale bakarız.
1760. Kalp huşu sahibiyse kalbe bakarız, isterse sözünde kulluk ve aşağılık olmasın!
Çünkü gönül cevherdir.. söz söylemekse araz. Bu yüzden araz, âriyettir,maksat cevherdir.
Mânası gizli kapalı, yahut başka olan bu çeşit lâflar, ne vakte kadar sürecek? Yanıp yakılmak isterim ben, yanıp yakılmak.O ateşe düş!
Canda sevgiden bir ateş tutuşur.. düşünceyi, sözü, baştanbaşa yakıver!
Musa, edep bilenler başka, canı, ruhu yanmış âşıklar başka.
1765. Âşıklara her nefeste bir yanış var. Yıkık köyden haraç, âşar alınmaz.
Hatalı söz söylerse bile ona hatalı deme. Kanına bulanıp şehit olursa yıkamaya kalkışma.
Şehitlere kan, sudan yeğdir. Bu yanlış sözde yüzlerce doğrudan yeğ!
Kabenin içinde kıbleden eser yoktur, dalgıcın ayağında dolak olmazsa ne gam!
Yürü, sarhoşlardan kılavuzluk arama. Elbisesi paramparça olana yamadan bahsetme.
1770. Aşk şeriatı, bütün dinlerden ayrıdır. Âşıkların şeriatı da Allah’tır, mezhebi de.
Lâlin, lâl olduğunu ispat eden bir damgası olmasa da ne çıkar? Aşk, gam denizinde gamlanmaz ki!
Musa Aleyhisselem’a o çobanın mazur olduğuna dair vahiy gelmesi
Ondan sonra Hak, Musa’nın sırrına dile gelmeyecek sırlar söyledi;
Musa’nın gölüne sözler döktüler.. görmekle söylemeyi birbirine karıştırdılar.
Nice defa kendisinden geçti, nice defa kendisine geldi.. kaç kere ezelden ebede uçtu!
1755. Eğer bundan ötesini anlatmaya kalkışırsam ahmaklık etmiş olurum.Çünkü bunu açmak, bunu anlatmak, anlayışın ötesindedir.
Söylesen akıllar hayran olur. Yazsam birçok kalemler kırılır!
Musa Tanrıdan bu azarı duyunca çöle düşüp çobanın ardınca koştu.
O hayran âşığın izini izledi, çöldeki otların tozunu silkti.
Âşık ve hayran adamların ayak izleri, başkalarının izlerinden ayrılır, hemen belli olur.
1780. Âşık, Ruh gibi bir ayağını yukardan aşağıya atar; bir ayağını fil gibi eğri büğrü basar.
Bazen bir dalga gibi bayrak diker, yücelir.Bazen balık gibi suyun içinde gider, görünmez.
Bazen de remilcinin remil dökmesi gibi ahvalini toprak üstüne yazar.
Musa nihayet onu bulup gördü. Dedi ki: “Müjdemi ver! Tanrı’dan izin geldi.
Hiçbir sebep ve tertip yolu arama; daralan gönlün ne isterse onu söyle!
1785. Senin küfrün, din, dinin can nuru.. Sen emniyete erişmişsin; bütün bir cihan da senin yüzünden amanda.
Ey “ Tanrı dilediğini yapar” sırrına erişip o sırla her şeyden affedilmiş olan kişi; pervasızca yürü, dilini aç!
Çoban “ Ey Musa, ben o halde, o sözden geçtim. Şimdi kendi gönlümün kanına bulandım.
Ben Sidret-ül Müntehâ’dan da aşmış, oradan bile yüz binlerce yıl öte gitmişim.
Sen bir kamçı vurdun, atım şahlanıp sıçradı, kâinatı aştı.
1790. Nâsutumuzun mahremi Lâhut’u olsun artık.Aferin eline koluna!
Şimdi benim halim, söze sığmaz. Zaten bu söylediğim de benim ahvalim değil.
Ayna da bir suret görürsün ya.. fakat o senin suretindir, aynanın değil.
Neyzen, ney üfler. Fakat bu nefes ve bu nefesten çıkan ses, neyin midir, neyzenin mi.. Bu ses, neyin harcı mı, neyzenin harcı mı?” dedi.
Kendine gel, kendine! Tanrı’yı övsen de bu övüşünü, çobanın lâyık olmayan övüşü gibi bil, öyle tanı.
1795. Senin övüşün, çobanın övüşüne nispetle daha iyidir. Ama Tanrı’ya nispetle onun da değeri yok, onun da sonu gelmez.
Ne vakte dek ben Tanrı’ya hamlederim deyip duracaksın? Perde kaldırılınca oldu sanılan nice şeylerin olmamış bulunduğu meydana çıkar.
Tanrı’yı anışımın mâkul olması Tanrı rahmetindendir.Âdeta istihaze olan kadının namaz kılması gibi bir ruhsattan ibarettir.
Onun namazına nasıl kan bulaşmışsa senin Tanrıyı anışına da benzetiş ve zannediş bulaşmış!
Kan pistir ama bir parçacık su ile temizlenir. Fakat içte öyle pislikler vardır ki,
1800. Tanrı’nın lütuf suyundan gayrı bir şeyle arınmaz, ibadet eden kişinin gönlünden eksilmez.
Keşke secdende kıbleden yüzünü çevirmiş olaydın da tek “ Sübhane rabbiyel A’lâ”’nın mânasına ereydin!
“Tanrım secdem de varlığın gibi sana lâyık değil. Sen, kötülüğe iyilikle mukabele et” diyeydin.
Bu yeryüzünde Hakk’ın hikmetinden eser vardır. Ondan dolayı pislikleri giderir, çiçekleri bitirir.
Bizim pisliklerimizi örter, karşılığın da ondan koncalar biter.
1805. Kâfir vergide, cömertlikte topraktan daha aşağı, daha verimsiz olduğunu görüp,
Varlığından çiçek ve meyve bitmediğini, hattâ bütün temizlikleri bozup pislemekten başka bir şey yapmadığını anlar da
“ Ben aykırı anlamış, yanılmışım, yazık, keşke toprak olsaydım;
Keşke topraktan sefer etmeseydim,keşke bir avuç toprak gibi ben de bir tane düşürüp yetiştirseydim..
Topraktan sefere düştüm ama beni yol imtihan etti, bu yolculuktan ne armağan getirdim ki?” der.
1810. Kâfir yolculuğundan bir fayda görmez, ondan dolayı da bütün meyli toprağadır.
Adamın yüzünü geriye çevirmesi, hırstan tamahtandır…yüzünü yola çevirmesi; doğruluktan niyazdan.
Büyümeye meyli olan her ot, büyüyüp durur, yaşar günden güne gelişir!
Fakat başını yere eğdi mi de günden güne küçülür, kurur, noksan bulur, mahvolur!
Ruhunun meyli, yüceliklere ise yücelir durursun, varacağın yer de orasıdır.
1815. Aksine olarak başını yere eğdin mi battın gitti, Hak “ Ben batanları sevmem” demiştir.
Musa Aleyhisselâm’ın Ulu Tanrı’dan zâlimlerin galip gelmelerindeki sırrı sorması
Musa, “ Ey kerem sahibi, ey her işi yapan, ey bir an zikri, uzun bir ömre bedel olan Tanrı!
Bu balçık âleminde eğri büğrü bir iz gördüm. Gönül melekler gibi itiraz etti.
“ Bir nakış yapıp ona fesat tohumunu ekmekteki maksat nedir?
Zulüm ve fesat ateşini alevlendirip mescidi de, secde edenleri de yakmakta ne hikmet var?
1820. Bir yalvarış için kan ve irin kaynağını coşturmak neden?” dedim.
Ben bunların aynı hikmet olduğunu biliyorum. Fakat maksadım, bu hikmetin büsbütün açığa çıkması ve benim açıkça görmem.
O yakîn bana “Sus” dediği halde görme hırsı “ hayır, coş!” demekte.
Sen, Meleklere sırrını gösterdin. Böyle bir lezzet, kahır ve minhete değer!
Âdemin nurunu Meleklere açıkça arz ettin, müşküllerini halleyledin.
1825. Ölümün sırrını hasredilmen söyler, yaprağın hikmetini meyveler anlatır!
Kanın, meninin sırrı da insanın duygusudur; her artmanın sonu da nihayet eksilme!
Yazan kişi önce yazı yazacağı tahtayı yıkar, temizler; sonra ona harfleri yazar.
Tanrı da önce gönlü kan eder, hor hakir gözyaşıyla yıkar, sonra o gönle sırları kaydeder.
Yıkamakla, o levhi bir defter yapmak istediklerini bilmek, anlamak gerek.
1830. Bir evin temelini atacakları vakit oradaki eski ve evvelki yapıyı yıkarlar.
Sonunda arı duru su çıkarmak için önce yerden toprak çıkarırlar.
Çocuklar, hacamattan ağlarlar. Çünkü işin hikmetini bilmezler ki.
Halbuki adam, hacamatçıya para verir, kan içen hançere iltifatlarda bulunur.
Hamal ağır yükün altına koşar, yükü, başkalarından kapar.
1835. Yük için hamalların savaşlarına bak.Din işinde çalışma da böyledir.
Rahatın aslı zahmet olduğu gibi acılıklar da nimetin önüdür.
Cennet, hoşumuza gitmeyen şeylerle kaplanmış, cehennem de zevkimize giden şeylerle dolmuştur.
Ateşin aslı yaş ağaç olduğu gibi ateşe yanan da Kevser’e ulaşmıştır.
Zindan da mihnetlere düşen adam, bir lokmanın, bir zevkin yüzünden düşmüştür.
1840. Bir köşkte devlete erişen de bir savaş, bir mihnet karşılığı olarak o devleti bulmuştur.
Kimi altına, gümüşe sahip olmuş, zenginlikte naziri olmayan bir dereceye erişmiş görürsen, bil ki o, kazanma zahmetine sabretmiştir.
Gözü açık olan bunları sebepsiz, Tanrı hikmeti olarak görür. Fakat madem ki sen duygu âlemindesin, sebeplere kulak as!
Sebeplere yapışmamak, onları görmemek makamı; ruhu tabayi âleminden kurtulmuş olanındır.
Bu çeşit adam, peygamberlerin mucizeleri çeşmesini sebepsiz görür.Onları, sudan, ottan meydana geliyor bilmez.
1845. Bu sebep, doktorla hasta, kandille fitil gibidir. Gece kandiline yeni bir fitil bük, fakat güneş kandilini bunlara muhtaç sanma.
Yürü, aşevinin damı için samanlı balçık hazırla. Fakat bil ki kâinatın damı, buna muhtaç değil.
Ah.. sevgilimiz, gamımızı yakıp mahvedince gece yalnızlığı bile geçti, gündüz oldu.
Ay, ancak geceleyin cilve eder.Gönlün istediği sevgiliyi gönül derdinden başka bir şey de arama.
1850. Fakat sen, İsa’yı bıraktın da eşeği besledin. Hulâsa eşek gibi perdenin ardında kaldın gitti!
Bilgi ve irfan, İsa’nın talihidir, ey eşek sıfatlı, eşeğin talihi değil!
Eşeğin anırmasını duyar, acırsın. Halbuki bilmezsin ki eşek, sana eşeklik telkin ediyor.
İsa’ya acı, eşeğe değil.. tabiatı aklına baş etme.
Bırak tabiatını, ağlaya dursun.. sen, ondan al, canın borcunu öde!
1855. Yeter artık yıllarca eşeğe kul oldun. Çünkü eşeğe kul olan , eşeğin ardından gider.
“ Onları artta bırakın” dan murat nefsindir. Nefis geride, aklın ilerde gerek.
Ama bu aşağılık akıl da eşekle aynı mizaçta. Çünkü bütün fikri onu nasıl elde ederimden ibaret.
İsa’nın eşeği gönül mizacına malik olmuş, akıllar makamında yer tutmuştur.
Çünkü akıl galebe çalmıştı, eşekse zayıftı.Eşek, şişman ve kuvvetli biniciden zayıflar.
1860. Ey eşek değerli; aklının azlığından bu eşek, ejderhalaştı.
Gönlün İsa’dan hastalandıysa yine ondan iyileşir, sıhhat yine ondan gelir, onu bırakma.
Ey nefesi hoş Mesih, cihanda yılansız hazine olmaz.. eziyetlerle nasılsın?
İsa, Yahudileri görünce ne hale gelir; Yusuf, hasetçi kardeşler elinde ne olur?
Sen, gece gündüz bu azgın kavmin ardından koştukça, nasıl olur da gece gibi, gündüz gibi ömre medet bağışlar, yardım edersin?
1865. Ah safra illetine tutulmuş o hünersiz kişilerden! Safradan ne hüner meydana gelir? Ancak baş ağrısı.
Sen, hemen doğu güneşinin yaptığını yap. Bizse nifak hile, hırsızlık ve riya içinde yüzelim!
Sen dünyada da balsın, dinde de.. Bizse sirke. Safraya ancak sirkengübin iyi eder, giderir.
Halbuki biz karın ağrısına tutulmuş olduğumuz halde boyuna sirkeyi artırıp duruyoruz. Sen keremi terk etme de balı artır!
Bizden bu lâyıktı, bunu yaptık. Kum, gözde ancak körlüğü fazlalaştırır.
1870. Fakat ey aziz sürme, senden her değersiz şey, değer bulur, bir şey olur; sana bu lâyıktır.
Bu zâlimlerin ateşinden gönlün kebap olduğu halde daima “ Yarabbi, kavmime hidayet et” diye hitap ediyordun.
Sen, öd ağacı madensin. Seni ateşe atsalar, bu âlem, ıtırla, fesleğen kokusuyla dolar.
Sen o öd ağacı değilsin ki ateşte yansın, eksilip bitsin. Sen o ruh değilsin ki gama esir olsun.
Öd ağacı yanar ama madeni yanmadan uzaktır. Rüzgâr, nurun aslına nasıl hamle edebilir.
1875. Ey göklere saflık veren, ey cefası vefadan daha iyi olan!
Çünkü akıllıdan bir cefa gelse o cefa, cahillerin vefasından daha iyidir.
Peygamber, “ Akıllının düşmanlığı, cahilin sevgisinden yeğdir” dedi.
Bir emîrin, ağzına yılan kaçan birisini incitmesi
Akılı birisi, atına binmiş geliyordu. Uyumakta olan birisinin ağzına da bir yılan kaçmak üzereydi.
Atlı onu görüp adamcağızı kurtarmak, yılanı ürkütüp kaçırmak için koşmaya başladı. fakat fırsat bulamadı.
1880. Aklı, kendisine yardım ettiğinden, pek akılı kişi olduğundan o uyumakta olan adama şiddetlice birkaç topuz vurdu.
O şiddetlice vurulan topuzun acısı, adamı bir ağaç altına kadar kaçırdı.
Oraya bir hayli çürük elma dökülmüştü. Adama “ Ey dertli kişi, bunları ye” dedi.
“ Beyim, ben sana ne yaptım, bana ne kastın var?
1885. Eğer bana hakikaten bir kastın varsa vur kılıcı, birden kanını dök!
Sana çattığım saat ne menhus saatmiş. Ne mutlu senin yüzünü görmeyene!
Dinsizler bile kimseye suçsuz, günahsız, az çok bir şey yapmadan böyle sitem etmezler, bu sitemi caiz saymazlar” diyordu.
Söz söylerken ağzından kan geliyordu “ Yarabbi cezasını sen ver!” diye bağırmakta,
Her an ona kötü söylemekte, lânet etmekteydi. Atlı ise “ bu ovada koş”diye onu dövüyordu.
1890. Adam, topuz acısıyla atlının korkusundan yel gibi koşmağa başladı. Hem koşuyor, hem yüzüstü düşüyordu.
Karnı toktu, uykulu ve gevşemiş bir haldeydi. Ayağında, yüzünde yüz binlerce yara vardı.
Atlı o adamı akşam çağına kadar çekiştirip durdu. Nihayet, adamın safrası kabardı, kusmağa başladı.
İyi, kötü yediklerini kustu. Bu kusma esnasında yılan da içinden dışarı çıktı.
O yılanı görünce kendisine iyilik eden atlıya secde etti.
1895. O kapkara çirkin ve heybetli yılanı görünce bütün dertlerini unuttu.
Dedi ki: “ Sen, bir rahmet Cebrailisin, yahut da velinimet Tanrı’sın
Ne kutlu saatmiş ki beni gördün.Ölüydüm, bana yeni bir can bağışladın.
Sen, beni analar gibi aramaktayken, ben eşekler gibi senden kaçıyordum.
Eşek, sahibinden eşekliği yüzünden kaçar. Halbuki sahibi, iyiliğinden dolayı onun peşine düşer.
1900. Onu, bir fayda elde etmek, bir ziyandan kurtulmak için aramaz. Kurt, yahut yırtıcı bir canavar paralamasın diye arar.
Ne mutlu yüzünü görene, yahut ansızın senin bulunduğun yere ulaşana!
Pak ruh bile seni övmüş.. halbuki ben, sana ne kadar kötü ve saçma şeyler söyledim.
Fakat efendim, padişahlar padişahı sultanım, onları ben söylemedim, bilgisizliğim söyledi.
Bir parçacık olsun bu hali bilseydim, böyle abes sözler söyleyebilir miydim?
1905. Ey iyi huylu, eğer bana bu hali kinaye ile bile olsa çıtlatsaydın seni bir hayli överdim.
Fakat sükut ederek kızgın göründüm. Hiçbir şey söylemeksizin kafama vurmaya başladın.
Başım sersemleşti, aklım gitti. Hele benim bu başım.. zaten aklı da kıt!
Ey yüzü de güzel, işi de güzel adam, affet. Deliliğimden söylediğim sözleri bağışla!..
Atlı “ Eğer ben, bunu biraz çıtlatsaydım derhal yüreğin su kesilir, ödün patlardı.
1910. Yılanı anlatsaydım, korkudan canın çıkıverirdi.
Mustafa “ Canınızdaki düşmanı size, olduğu gibi anlatsam.
Yiğitlerin bile ödü patlar.. ne yol yürümeğe takatları kalır, ne bir işin tasasına düşerler!
Ne kimsenin gönlünde niyaz etmeğe kudret kalır, ne tenin de oruç tutmaya, namaz kılmaya kuvvet” buyurdu.
Bunu duyan, kedi önündeki sıçan gibi yok olur; kurt önündeki kuzu gibi mahvolur..
1915. Ne uyku uyuyabilir, ne yemek yiyebilir. Onun için ben sizi, bunu söylemeden terbiye etmekte, yetiştirmekteyim.
Ebu Bekr-i Rebabi gibi susmakta, Davut gibi demire el vurmaktayım.
Bu suretle de olmayacak şey, benim elimde mümkün olur, bir hale yola girer, kanadı yolunmuş kuşun bile kanadı çıkar.
Çünkü Tanrı’nın eli, insanların ellerinden üstündür. Tek Tanrı da bizim elimize “ Benim elim” demiştir.
Şu halde şüphe yok ki benim kolum uzundur;her yere,her şeye erişir. Ta yedinci kat gökten bile aşar.
1920. Elim gökte bile hünerler göstermiştir. Ey Kuran okuyan “İnşakkal Kamer” âyetini okuyuver!
Bu övüş de akıllar zayıf olduğu içindir. Zayıf olanlara kudreti anlatmaya imkân mı var?
Uykudan başkaldırırsan anlarsın.Bu iş böyledir işte.. doğrusunu Tanrı daha iyi bilir.
Eğer sen içinde ki yılanı bilseydin ne elma yemeğe kuvvetin kalırdı, ne yol yürümeye, ne de kusmağa!
Sen beni sövüyordun, ben de seslenmiyor, fakat atımı sürüyordum. Gizlice de Yarabbi, sen işimi kolaylaştır demekteydim.
1925. Sebebi söylememe izin yoktu, fakat seni kendi haline bırakmaya da kaadir değilim.
Her an gönlümdeki dert yüzünden, Yarabbi, kavmime yolu sen göster, çünkü onlar bilmiyorlar, demekteydim” dedi.
Derdinden kurtulan adam, secdeler etmekte “ Ey bana saadet, ikbal ve hazine olan!
Ey yüce kişi! Tanrı’dan hayırlar bul! Bu zayıfın sana şükretmeye kudreti yok.
Mükâfatını Tanrı versin. Ağzım, dilim, sana şükretmekte âciz” demekteydi.
1930. İşte akıların düşmanlığı bu çeşittir. Onların zehirleri bile cana neşe verir.
Ahmağın dostluğu ise eziyettir, sapıklıktır. Misal olarak birde hikâyeyi dinle:
Bir adamın, ayının vefakârlığına güvenmesi
Bir ejderha bir ayıyı yakalamıştı. Yiğidin biri, giderken ayının bağırmasını duydu.
Âlemde düşkünlere yardımcı erler vardır. Onlar, mazlumlar feryat ettiler mi derhal yetişirler.
Mazlumların seslerini her yerden işitirler, Hak rahmeti gibi o tarafa koşarlar.
1935. Âlemin sarsıntılarına, yıkıntılarına direk, destek olan.. gizli dertlerin tabibi bulunan o erler;
Muhabbetin, adaletin, rahmetin ta kendisidirler.Onlar, Hak gibi illetsiz, rüşvetsiz kişilerdir.
Onlardan birine “ Can ve gönülden ettiğin bu yardım için, neden yardım ediyorsun?” denilse ancak “ yardım isteyenin gamından, çaresizliğinden” der.
Erin avı merhamettir. İlaç, âlemde dertten başka bir şey aramaz.
Nerede bir dert varsa, deva oraya gider. Su, neresi alçaksa, oraya akar.
1940. Sana da rahmet suyu gerekse yürü, alçal da sonra rahmet suyunu iç, sarhoş ol.
Ta başa kadar rahmet içinde rahmet var. Oğul, bir tek rahmete dalma, bir tek rahmete kani olma.
Ey yiğit, gökyüzünü ayak altına al, feleğin üstünden nağme seslerini duy!
Kulağından vesveseler pamuğunu çıkar ki, kâinat’ın cuş’u huruşunu duyasın.
Gözlerini ayıp kılından arıt ta gayp bağını,gayp selviliğini gör.
1945. Burnundan, beyninden nezleyi gider de Tanrı kokusu burnuna gelsin.
Sıtmadan, safradan hiçbir eser bırakma da âlemden şeker lezzetini bul.
Sen yüz türlü güzel yüzlü evlât olması için erlik ilâcını kullan, erlikten kesilmiş olarak koşup tozma.
Can ayağından ten bukağısını çıkar da meclis etrafında dönüp dolaşsın.
Hasislik zincirini elinden, boynundan at, eski felekte yeni bir baht bul.
1950. Lütuf Kâbesine uçmaya kanadın yoksa çare bulana arz et.
Ağlayıp inleme kuvvetli bir sermayedir; külli rahmet, pek güçlü bir dadıdır.
Dadı ve ana, çocuk ne vakit ağlayacak diye bahaneler ararlar.
Tanrı da sizin hacet çocuklarınızı, ağlasın da süt meydana gelsin diye yarattı;
“Tanrı’yı çağırın” dedi; ağlayıp inlemeyi bırakma ki Tanrı’nın merhamet sütleri coşsun.
1955. Rüzgârın sesi de bizim gamımızı teskin etmek içindir, bulutun süt yağdırması da. Hele bir an sabret.
“ Rızkınız gökyüzündedir” âyetini duymadın mı? Neden bu aşağılık yere saplanıp kaldın?
Korkunu, ümitsizliğini gul sesleri bil. Onlar, seni aşağılıkların ta dibine kadar çekerler.
Seni yücelere çeken her ses, bil ki yücelerden gelmektedir.
Sana hırs veren her sesi de adamları paralayan bir kurt sesi bil.
1960. Bu yücelik, mekân bakımından değildir.. bu yücelikler, akıl ve can yücelikleridir.
Her sebep eserinden yücedir.Çakmak, kıvılcımdan üstündür.
Birisi, azametli birinin alt yanına otursa bile hakikatte üst tarafına oturmuş sayılır.
Çünkü orasının üstünlüğü şeref bakımındandır. Baş köşeden uzak olan yer, alçaktır.
Kıvılcım çıkarmak için taş ve demir gerek. Bunların varlığına lüzum olduğundan bu ikisi, kıvılcımdan üstün sayılabilirse de.
1965. Çakmaktan maksat taş ve demirden meydana gelen kıvılcım olduğundan, kıvılcım onlardan çok ileridedir.
Taş ve demir evvel, kıvılcım sonra. Fakat bu ikisi ten, kıvılcım can.
Kıvılcım, zaman itibariyle çakmaktan sonra ise de değeri bakımından ondan üstündür.
Zaman bakımından dal, meyveden öncedir, fakat hüner bakımından daldan üstün.
Çünkü ağaçtan maksat meyvedir; şu halde meyve evveldir, ağaç sonra gelir.
1970. Ayı, ejderhadan feryat edince o er, ayıyı onun pençesinden kurtardı.
Hile ile babayiğitlik birleşti, er de ejderhayı bu kuvvetle alt edip öldürdü.
Ejderhanın gücü vardır ama hilesi yoktur. Senin hilen var ama hilenden üstün hile de var!
Hile ve tedbirini görünce yürü, o hile, o tedbir nereden geldi? O başlangıç tarafına dön, o tarafa yönel.
Aşağılık âlemde bulunan her şey yücelikten gelmiştir. Haydi var, gözünü yüceliklere dik.
1975. Yücelere bakmak, önce gözü alır, kamaştırır ama sonra bakışa bir aydınlık bağışlar.
Gözünü aydınlığa alıştır.Yok.. eğer yarasaysan karanlıklara baka dur!
Âkıbeti görme, nurunun nişanesidir, bu şehvete düşmense senin mezarın.
Yüz türlü oyun görüp, yüz türlü tecrübe geçirip âkıbeti gören kişi, bir tek oyun görene benzemez.
Bir oyun gören, o tek oyuna öyle mağrur oldu ki ululanması yüzünden üstatlardan uzak kaldı.
1980. Sâmirî gibi.. o, kendisinde bir hüner görünce ululanıp Musa’dan baş çekti.
Halbuki o, hünerini Musa’dan öğrenmişti. Öyle olduğu halde öğretmeninden gözünü yumdu.
Hulâsa Musa da başka bir oyun etti ; onun oyununu kapıverdi, kendisini de!
Başta dönüp dolaşan nice hünerler, nice bilgiler vardır ki insan onlarla baş oluncaya kadar, baş elden gider!
Başının gitmemesini istersen ayak ol, rey ve tedbir sahibi Kutb’a sığın!
1985. Şah bile olsan kendini ondan üstün görme.Bal bile olsan onun otundan başka bir şey devşirme.
Senin fikrin surettir, onun ki can . Senin paran kalptir, onunki maden.
O, sensin. Kendini onda ara. “Kû, Kû- Nerede, nerede?” diye onun civarında bir üveyik ol!
Sefa ehline hizmet etmek istemezsen ejderha ağzına düşen ayıya benzersin.
Belki bir üstat seni kurtarır, tehlikelerden çekip çıkarır.
1990. Madem ki gücün kuvvetin yok.. ağlayıp inle! Madem ki körsün.. yol görenden baş çekme!
Ayıdan daha aşağı mısın ki derdinden ağlayıp inlemiyorsun.? Ayı feryat ettiği için dertten kurtuldu.
Ey Tanrı, bizim taş yüreğimizi mum gibi yumuşat; kerem et de feryadımıza acı!
Kör bir dilencinin “Bende iki körlük var” demesi
Bir kör vardı, derdi ki: “Ey zamane ehli, elâman.. benim iki körlüğüm var.
Şu halde bana iki kat acıyın. Çünkü iki kat körüm, bu iki körlüğe birden müptelâyım”
1995. Birisi “ Bir körlüğünü görüyoruz. Öbür körlüğün nedir? Göster” dedi.
Kör dedi ki; “ Sesim çirkin, avazım bed. Ses çirkinliği ve körlük iki kat körlüktür.
Çirkin sesim halka keder vermekte. Halkın acıması, sesim yüzünden azalmakta.
Kötü sesim nereye varırsa hiddet, gam ve kin meydana gelmekte.
İki körlüğe siz de iki kat acıyın. Böyle hiçbir yere sığmayan kişiyi gönlünüze sığdırın, hoş görün”
2000. Bu şikâyet, bu sızlanma yüzünden sesinin çirkinliği kalmadı. Halkın hepsi ona acımaya başladı.
Sırrını söyleyince gönlünün güzel sesi, sesini güzelleştirdi, sesindeki çirkinlik gitti.
Fakat birisinin gönül sesi de çirkin olursa o adamda üç ebedî körlük vardır.
Fakat sebepsiz illetsiz hacetleri reva edenler, olabilir ki onun çirkin başına bir el korlar.
O dilencinin sesi hoş ve acınacak hale gelince taş yüreklilerin yüreği bile muma döndü.
2005. Kâfirin sesi çirkin olduğundan icabete eş olamaz.
“ Susun” emri, kötü ses hakkındadır. Çünkü o ses, halkın kanından köpek gibi sarhoş olmuştur.
Ayının feryadı bile acındıracak bir ses olur da senin feryadın olmazsa bu çok kötü bir şeydir!
Bil ki sen Yusuf’a kurtluk etmişsin, yahut bir suçsuzun kanını içmişsin.
Tövbe et içtiğini kus.. Eğer yara eskidiyse yürü, dağla!
Ayıyla,onun vefakârlığına güvenen ahmağın hikâyesi
1210. Ayı, ejderhadan kurtulup o babayiğit erden o keremi görünce,
Eshâb- Kehf’in köpeği gibi onun peşine takıldı.
O Müslüman, hastalanıp yastığa baş koyunca da ayı, ona bağlanmış, gönül vermiş olduğundan bırakmadı, başın da beklemeye başladı.
Birisi oradan geçerken “ Halin nasıl? Kardeş, bu ayıyla ne işin var” dedi.
Er, ejderha hikâyesini nakletti. O adam “ Ayıya güvenme be ahmak.
2015. Ahmağın dostluğu düşmanlıktan beterdir. Ne suretle olursa olsun sürülmesi gerek” dedi.
Er dedi ki; “Vallahi bunu hasedinden söyledin, yoksa sen ayıya ne bakıyorsun, sevgilisini gör!”
Adam, “ Ahmakların sevgisi aldatıcı bir sevgidir, benim bu hasedim, onun sevgisinden iyidir.
Be adam, gel benimle bir ol da o ayıyı sür, defet.Hemcinsini bırakıp ayıya güvenme” dediyse de
Er, “Git, git hasetçi herif, kendi işine bak” dedi. Adam “İşim buydu ama sana nasip değil.
2020. Yüce kişi ben bir ayıdan daha aşağı değilim ya. Onu bırak da eşin dostun ben olayım.
Başına bir şey gelecek diye yüreğim titriyor. Böyle bir ayı ile ormanlığa gitme.
Yüreğim asla olmayacak şeyden titremedi. Bu seziş Tanrı nurundandır, saçma değil.
Ben müminim “ Mümin Tanrı nuruyla bakar” sırrına mazharım. Kendine gel, kendine! Bu ateşgedeyi bırak!” dedi.
Bu sözler, erin kulağına girmedi. Suizan adama kuvvetli bir settir.
2025. Ayının elini tuttu, adamın elini bıraktı. Adam da “ Senin aklın başında değil, gidiyorum” dedi.
Er dedi ki: “ Git benim kaydıma kalma. Boş boğaz herif, o derece bilirlikten dem vurup durma”
Adam tekrar “ Ben senin düşmanın değilim. Peşimden gelirsen kendine lütfetmiş olursun” dedi.
Er “ Uykum geldi. Bırak beni işine git”dedi. Adam “ Yahu, ne olur bir dosta uy da,
Akıllı birisinin himayesinde, gönül sahibi bir dostun civarında uyu” dedi.
2030. Babayiğit, o adamın ısrarından hayallenip kızıverdi, yüzünü çevirip,
“ Bu galiba bir katil, bana kastetmeye geldi; yahut bir şey umuyor, dilenci ve külhani herifin biri!
Yahut da beni bu ayıyla korkutma hususunda evvelce dostlarıyla bahse girişmiş olmalı” dedi.
İçinin kötülüğünden hatırına iyi bir şey gelmedi.
Bütün hüsnü zannı ayıyaydı. Sanki ayıyla aynı cinstendi!
2035. Bir köpek uğruna bir akılıyı itham etti, ayıyı muhabbet ve merhamet sahibi bir dost bildi!
Musa Aleyhisselâm’ın öküze tapana “Nerde düşüncen, nerde ihtiyatın, tedbirin?” demesi
Musa bir hayal sarhoşuna dedi ki: “ Ey kötülükten, sapıklıktan fena düşüncelere saplanmış kişi,
Benden bunca bürhan görmene ne benim bu derece güzel huyuma rağmen, peygamber olup olmadığıma dair yüzlerce şüphen vardı.
Benden yüz binlerce mucize gördüğün halde hayalin yüz kat artmakta, o derece şüpheye,zanna düşmekteydin.
Hayalden, vesveseden daraldın, Peygamberliğime ta’nedip durmaya başladın.
2040. Seni Firavuna uyanların şerrinden kurtarmak için denizden apaçık toz kopardım.
Gökten kırk yıl kâselerle yemek geldi, duam bereketiyle taştan ırmak coştu.
Bu ve buna benzer nice yüzlerce mucize, senin vehmini azaltmadı, eksiltmedi.
Fakat sihirli bir buzağı ses verdi.Tanrım sensin diye derhal secde ettin.
O vehimlerini Nil götürdü, o soğuk anlayışın uykuya daldı.
2045. Onun hakkında da niye kötü bir zanna düşmedin? Ey kötü suratlı, onun önüne nasıl baş koydun?
Niçin onun hilesinden şüphelenmedin, onun ahmakları aldatan sihrinden niye işkillenmedin?
Be aşağılık kişiler, Sâmirî kim oluyor ki âlemde bir Tanrı düzüp koşsun.
Onun bu hilesine nasıl oldu da kapıldın, nasıl oldu da ona uydun, onunla aynı fikirde bulundun?Nasıl oldu da bütün şüpheleri attın,kurtuldun?
Sence öküz, bir lâfla Tanrılığa lâyık oluyor da sonra benim peygamberliğimde şüpheye düşüyorsun ha?
2050. Bir öküze eşeklikten secde ettin, aklın Sâmirînin sihrine av oldu.
Ululuk sahibi Tanrı’nın nurundan göz yumdun. İşte sana adamakıllı bilgisizlik, işte sana sapıklığın ta kendisi!
Yuf olsun sendeki akla, irfana. Senin gibi bilgisizlik madenini öldürmek gerek.
Altından yapılan öküz ses verdi de ne dedi ki, ahmaklar ona bu derece rağbet ettiler?
Ben size daha ziyade şaşılacak pek çok şeyler gösterdim. Fakat aşağılık kişiler, nasıl olur da hakkı kabul ederler?
2055. Bâtılları ne cezbedebilir? Ancak bâtıl! Tembellere ne hoş gelir tembellik!
Çünkü her cins, kendi cinsini çeker. Öküz nasıl olur da erkek aslana yüz tutar?
Kurt neden Yusuf’a âşık olacak? Ancak hile ile onu sever görünür, sonra da onu parçalayıp yer.
Fakat kurt, kurtluktan kurtulursa Yusuf’a mahrem olur.Eshab-ı Kehf’in köpeğin gibi âdemoğullarından sayılır.
Ebubekir, Muhammet’ den bir koku alınca “Bu yüz yalancı yüzü değil” dedi.
2060. Fakat Ebu cehil, dert sahiplerinden olmadığı için yüzlerce Şakkı Kamer gördü de yine inanmadı.
Leğeni damdan düşen, şöhreti âleme yayılan dertliden Hakk’ı gizledik, fakat gizlenmedi gitti.
Cahil olan ve Tanrı derdinden uzak bulunan kişiye de hakikat sırlarını nice defalar gösterdiler de o görmedi.
Gönül aynası sâf olmalı ki orada çirkin suratı güzel surattan ayırt edebilsin”
Nasihatçının, ayıya kapılan kimseyi, birçok nasihat verdikten sonra terketmesi
O Müslüman, kızarak ve içinden “ Lâ havle” diyerek ahmağı bırakıp gitti.
2065. “ Benim ona ciddiyetle nasihat vermemden, üstüne düşmemden, gönlündeki hayaller attı, büsbütün vehimlendi.
Demek ki nasihat yolu kapandı” dedi. “ Fa’rıd anhum” emrine bağlandı.
Verdiğin ilâç derdi arttırırsa sen de sözü isteyene söylet. Abese suresini okusana.
Tanrı “ Kör, Hakk’ı diliyorsa onun yoksulluğu yüzünden gönlünü kırmak yaraşmaz.
Sen, halk, ulularından öğrensin diye uluları irşat etmek istiyorsun ama,
2070. Ey Ahmet, büyüklerin bir kısmı seni dinlemeye koyulunca hoşlandın,belki,
Bu ulular, dine güzelce yardımcı olurlar, bunlar Arab’a Habeş’e reistir.
Bunların yüzünden İslam dininin şöhreti Basra’yı Tebük’ü aşar. Çünkü halk, padişahlarının dinindendir.
Diye düşündün, bu yüzden de hidayet isteyen körden yüz çevirdin, onun sohbetinden sıkıldın.
“ Bunlar her vakit ele geçmez. Sen dostlarımızdansın, vaktin de geniş.
2075. Bu dar vakitte işime mâni olma.Bunu sana darılarak, kızarak söylemiyorum, nasihat yollu söylüyorum” dedin.
Fakat Ey Ahmet , Tanrı indinde bu bir tek kör, yüzlerce Kayserden, yüzlerce vezirden yeğdir.
İnsanlar madenlerdir, sözünü hatırına getir. Öyle maden olur ki yüz binlerce madenden daha değerlidir.
Gizli kalmış lâl ve akik madeni, yüz binlerce bakır madeninden değerlidir.
Ey Ahmet, burada malın faydası yok.Aşkla, dertle, dumanla dolu gönül lâzım.
2080. Gönlü aydın kör gelince kapıyı kapama. Ona nasihat ver, nasihat onun hakkıdır.
İki üç ahmak seni inkâr etse neden acılaşırsın, sen zaten şeker madenisin.
İki üç ahmak seni itham etse bile Hak, sana tanıklık eder” dedi.
( Muhammed dedi ki:) “ Âlemin ikrarından fariğim. Birisine Tanrı tanık olursa gayrı ona ne gam!
Yarasa, güneşi göremez.Görüyorum dese bile gördüğü güneş değildir.
2085. Yarasaların nefretinden de anlaşılıyor ki ben ulu Tanrı’nın parlak bir güneşiyim.
Bir gül suyuna bokböcekleri rağbet etseler bu, onun gül olmadığına delâlet eder.
Kalp akça mihenk istese, mihengin mihenk oluşunda şüphe hâsıl olur.
Bil ki hırsız geceyi ister, gündüzü değil.Ben gece değilim, cihanda parıldayan gündüzüm.
Bey ayırıcıyım. Benden bir saman çöpü bile geçmesin diye kalbur gibi her şeyi eler, ayırt ederim.
2090. Bunların nakışlardan, suretlerden ibaret olduğunu, onlarınsa can bulunduğunu göstermek üzere unu, kepekten ayırırım.
Ben, dünyada Tanrı terazisiyim.Hafif olan her şeyi ağırdan tefrik eder, gösteririm.
Öküz, elbette bir buzağıyı Tanrı tanır. Eşek müşteri olup bir şey alsa, elbette ham kavun alır.
Ben öküz değilim ki, beni buzağı satın alsın. Ben, diken değilim ki beni deve yesin!
O, bana cevrettim sanır, halbuki hakikatte âdeta aynamı siler, cilâlar.”
Bir delinin Calinus’a yaltaklanması, Calinus’un bundan korkması
2095. Calinus, eshabına “ Bana filân ilâcı verin” dedi.
İçlerinden birisi dedi ki: “ Ey her fenni bilen üstat, bu ilâcı delilik için verirler.
Delilikse, senin aklından uzak. Bu sözü bir daha söyleme!” Calinus, “ Bana bir deli baktı.
Bir müddet güzelce yüzümü seyretti. Bana göz kırptı; sonra yenimi yakamı yırttı.
Eğer benim, onunla bir münasebetim olmasaydı o çirkin suratlı nasıl olur da bana yüz çevirirdi?
2100. Eğer bende kendisiyle bir cinsiyet, bir münasebet görmeseydi nasıl olur da bana gelip çatardı? Nasıl olur da
kendi cinsinden olmayana musallat olurdu?