- Sayfa başı
- Peygamberin ”Ölmeden önce ölün” hadîsinin tefsiri
- Ömrü zayedip tam can verme çağında, o darlık zamanında tövbe etmeye koyulmak,
- Şair’in, Halepteki Şiîleri kınayan sözleri
- Tanrı rızk vericiliğini ve rahmet hazinelerini görmeyen haris, büyük bir harman yerinde, o geniş harmanı görmeyip de bir tek buğdaya yapışan, uğraşa çabalaya, titreye, yorula aceleyle onu götürmeye çalışan bir karıncaya benzer.
- Birisinin , gece yarısı bir evin kapısı önünde sahur davulu çalması, komşunun “ Daha gece yarısı, sahur vakti değil. Bir de bu evde kimse yok, kimin için davul çalıyorsun” demesi, davulcunun cevabı
- Bilâl, Hicaz sıcağında Mustafa aliyhisselâm’ın sevgisiyle “Tanrı birdir, bir- Ahad ahad “ derdi.
- Tanrı razı olsun, Sıddıyk’ın bu vakayı Mustafa aleyhiselâm’a söylemesi, Bilâl’e, kâfirlerin yaptıkları zulümleri ve onun “Ahad, Ahad” demesi yüzünden daha fazla zulmettiklerini anlatması, onu almak için birbirleriyle danışmaları
- Mustafa aleyhisselâm’ın, Sıddıyk’a -Tanrı razı olsun- Bilâl’e müşteri olunca mutlaka inatlarından pahalıya satacaklardır, beni de bu fazilette kendine ortak et, vekilim ol, yarı parasını benden al demesi
- Bu alışverişte Sıddıyk aldandı sanarak kâfir gülmeye koyuldu
- Akıl peki, ben aslı bilmede de mukallidim, fer’i bilmede de fakat asıl maksat nedir, diye sorarsa de ki: Asıl maksat öyle bir şeydir ki sen onu bilemezsin vesselâm!
- Hilâl Tanrı’ya ihlâs güder bir kuldu. Mukallit değildi, can gözü açıktı.
- Bu sözü anlatan bir hikâye
- Örnek
- Hilâl hastalandı, efendisi onu hor görür, tanımazdı, hastalığını da duymadı. Mustafa aleyhisselâm’ın gönlüne doğdu. Hilâl’in hatırını sormaya, ona geçmiş olsun demeye gitti.
- Mustafa aleyhisselâm’ın, Hilâl’e geçmiş olsun demek için o beyin ahırına girmesi ve –Tanrı razı olsun— Hilâl’e iltifatta bulunması.
- Mustafa aleyhisselâm, İsa aleyhisselâm’ın su üstünde yürüdüğünü duyunca “Yakıyni artsaydı hava üstünde yürürdü” buyurmuştur.
- Bir kocakarı çirkin suratındaki kılları yolar, yüzünü boyar, kızıllaştırırdı ama bir türlü olamazdı
- Bir yoksulun Geylân’lı birisine “Tanrı seni selâmetle evine barkına kavuştursun” diye dua etmesi
- Bir yoksul, evin birinden ne istediyse “yok” cevabını aldı.
- Kocakarının hikâyesi
- Hekimin iyileşmesinden ümit kestiği hasta
- Hasta hikâyesi
- Sultan Mahmutla Hintli köle
Sayfa başı
701. Kulakları, sözle meşgul olsun da akılları, gülün yüzünü görme havasına kapılmasın.
Hele pek aydın olan bu güneşin karşısında her delil hakikatte yol vurucudur.
Çalgıcı ,Türk beyinin meclisinde şu gazeli okumaya başladı: Gül müsün, süsen mi, yoksa aymı?
Bilmiyorum ki ,bu perişan âşıktan ne istersin ? Bilmem ki...Türk
beyi bunu duyunca ”Bildiğini söyle be!” diye bağırdı, çalgıcı da ona cevap verdi.
Çalgıcı, sarhoş Türk’ün huzurunda nağmelere gizleyerek elest sırlarını söylemeye başladı:
Bilmem ki ay mısın, put mu? Bilmem ki benden ne istersin?
705. Bilmem ki sana nasıl hizmet edeyim? Susup oturayım mı, yoksa söyleyeyim mi?
Şaşılacak şey şu: Hem benden ayrı değilsin, hem de ben neredeyim, sen neredesin? Bunu bir türlü bilmiyorum.
Bilmiyorum beni nasıl çekiyor da bazen karalar da yürütüyor, bazen kan denizlerine gark ediyorsun.
Böylece ağzını açıp bilmem, bilmiyorum demeye girişti, boyuna bu lâfı söylüyordu.
Bilmiyorum sözü haddi aşınca Türkümüz kızdı, kızıştı.
710. Yerinden fırlayıp topuzunu çekti, çalgıcının başına çöktü.
Hemen bir çavuş koşup topuzu yakaladı, çalgıcıyı öldürmek size yaraşmaz dedi.
Türk dedi ki: Bu sayısız tekerlemesi, kafamı şişirdi, bari ben onun kafasını ezeyim de görsün!
A kaltaban, bilmiyorsan nane yeme... Biliyorsan ne söyleyeceksen söyle.
A ahmak bildiğini söyle bari de bilmiyorum, bilmiyorum deyip durma.
715. Ben; neredensin, nerelisin be adam? diye soruyorum. Sen, ne Herat’lıyım ne Belh’li...
Ne Bağdat’lıyım, ne Musul’lu, ne de Tıraz’lı diyor, ne, ne diye uzatıp duruyorsun.
Nereliysen söyle bari de kurtul. Burada meramını söylememek aptallıktır.
Yahut da sana ne yedin diye soruversem ne şarap içtim, ne kebap yedim...
Ne et yedim, ne tirit, ne de mercimek diyorsun. Ne yediysen yalnız onu söyle, kâfi.
720. Sözü uzun uzun gevelemek neden? Çalgıcı dedi ki: Maksadım gizli.
Senin nefyetmenden, yoktur demenden ispat senden ürküp kaçmada. Var olanı bir türlü bulamıyorsun. İspattan bir koku alasın diye nefyettim, bilmiyorum dedim.
Bu sazı, nefiyle nağmelendirdim. Ölünce de ölüm, sana yaşayış sırlarını söyler.
Peygamberin ”Ölmeden önce ölün” hadîsinin tefsiri
Dirilik istersen dostum, ölmeden önce öl. İdris böyle ölümle öldü de bizce cennetlik oldu.
Bir haylidir can çekiştin ama hâlâ perde arkasındasın. Çünkü bir türlü ölemedin; halbuki ölüm, asıldı.
Ölmedikçe can çekişmen, sona ermez. Merdiven tamamlanmadıkça dama çıkamazsın.
725. Yüz ayak merdivenin iki basamağı noksan olsa dama çıkmak isteyen çıkamaz, dama nâmahrem kesilir.
Yüz kulaç ipin bir kulacı eksik olsa kovaya kuyu suyunun dolmasına imkân yoktur.
Bu gemi, yükünden artık olan son batmanı da yüklemezse batmaz beyim.
Son yüklenen yükü asıl bil, ne iş yaparsa o yapar. Vesvese ve azgınlık gemisini o batırır.
Akıl gemisi battı mı insan, bu gök kubbeye güneş kesilir.
730. Ölmediğin için can çekişmen uzadı. Ey Tıraz mumu, sabahleyin sön, öl.
Yıldızlarımız gizlenmedikçe can güneşi, bil ki gizlidir.
Topuzu kendine vur da benliğini darmadağın et. Çünkü bu ten gözü, kulağa tıkanmış pamuğa benzer.
Ey alçak, bende, benim hareketlerimde gördüğün benlik, senin benliğinin aksidir. Sen, kendi kendine topuz vurmadasın.
Benim suretimde kendi aksini görmüş kendinle boğazlaşmak için coşmuş, köpürmüşsün.
735. Hani o aslan da kuyuda kendi aksini görmüştü de düşmanı sanıp saldırmıştı ya, onun gibi işte.
Yok demek, şüphe yok ki var olanın varlığın zıddıdır. Yok, diyorum, bilmem diyorum, sen de bu zıtla, zıddı olan varı ve varlığı birazcık anla artık.
Bu zamanda zıddı nefyetmeden başka anlatış çaresi yok.Bu âlemde bir an bile yok ki tuzak olmasın.
Ey akıllı fikirli er, sevgiliyi perdesiz görmek istiyorsan ölümü seç, o perdeyi yırt.
Fakat, ölür mezara gidersin hani o ölümü değil. Seni değiştiren nura götüren ölümü seç.
740. Erkek, erkeklik çağına girdi, kendini bildi mi çocukluk, ölür gider; Rum diyarına mensup olur. Zencilik kalmaz.
Toprak, altın oldu mu topraklığı kalmaz. Gam ferahlık haline geldi mi insana keder verme dikeni yok olur gider.
Mustafa, bunun için ey sırları arayan, diri olan bir ölü görmek istersen dedi...
Diriler gibi şu toprak üstünde ölü olarak yürüyen, canı göklere yücelmiş,
Yüceleri yurt edinmiş birisini görmek dilersen...
745. Ölümden önce bu âlemden göçmüş, akılla değil de ancak sen de ölürsen anlayacağın bir hale gelmiş...
Canı, halkın canı gibi göçmemiş, bir duraktan bir durağa göçe göçe ta son durağa varmış,
Birisini, yeryüzünde bu sıfatlara bürünmüş gezip duran bir ölüyü görmek istersen...
Tertemiz Ebu Bekir’i gör ki o, doğruluğu yüzünden mahşere varmış, haşrolmuş kişilerin ulusudur.
Bu âlemde EbuBekris Sıddıyk’a bak da haşri daha iyi tasdik et.
750. Muhammed’de elde bulunan, görünüp duran yüzlerce kıyametti. Çünkü o, her hakikati,her sırrı çözüp bağlama yokluğunda hâl olmuş, hakiki varlığa ulaşmıştı.
Ahmet bu dünyaya ikinci defa doğmuştu. O, apaçık yüzlerce kıyametti.
Ondan kıyameti sorup dururlar ve “Ey kıyamet, kıyamete ne kadar zaman var” derlerdi.
Birisi o hakiki mahşer olan Peygamberden haşri sordu mu çok defa hâl diliyle “Mahşerden haşri soruyor” derdi.
İşte onun için o güzel haberler veren peygamber, ey ulular demiştir, ölmeden önce ölün!
755. Nitekim ben de ölmeden öldüm de bu sesi, bu şöhreti o taraftan aldım, getirdim.
Kıyamet ol da kıyameti gör. Her şeyi görmenin şartı budur.
İster nur olsun, ister karanlık. O olmadıkça onu tamamı ile bilemezsin.
Akıl oldun mu aklı tamamı ile bilirsin, aşk oldun mu aşkın yanmış, mahvolmuş fitillerini anlar, duyarsın.
Anlayış bunu kavrayabilseydi bu dâvanın delilini apaçık söylerdim.
760. İncir yiyen bir kuş gelip konuk olsa bu tarafta incir çoktur, incirin hiçbir değeri yoktur.
Âlemde bulunan kadın, erkek... Herkes her an can vermede, ölmededir.
Sözlerini de, ölüm zamanı babanın oğula vasiyeti say.
Da ibret al ,acın... Bu suretle de buğuz,haset ve kin, kökünden sökülüp çıksın.
Yakınlarına onlar ölünce nasıl yüreğin yanarsa o çeşit bak.
765. Gelecek şey gelmiştir onları ölmüş say, sevdiğini ölüyor, ölmüş onu kaybetmişsin bil.
Garezler senin bu çeşit bakışına perde oluyorsa onları yırt, at.
Bunları yırtıp atamazsan âcizim deyip kalma. Bil ki âciz olanı bir âcze salan var.
Âciz, bir zincirdir. Birisi gelmiş, sana o zinciri takmıştır. Gözünü açıp zinciri takanı görmek gerek.
Ey yaşayış yolunu gösteren ben bir doğandım, ayağım bağlandı, bu neden? diye yalvarıp sızlanmaya koyul.
770. Yarabbi de, kötülüğe kuvvetle adım attım. Bu yüzden kahrınla daima zarar ve ziyan içindeyim.
Senin öğütlerine karşı kulağım sağırdır. Put kırıyorum diye dâvadaydım ama put yapıyormuşum meğer.
Senin yaptığın şeyleri senin sanatlarını anmak mı farzdır, ölümü anmak mı? Ölüm, güz mevsimine benzer, sense yaprakların aslısın.
Şu ölüm yıllardır davulcağızını döver durur da senin kulağın vakitsiz ve yersiz oynar.
Fakat can verme çağında ah ölüm dersin. Ölüm şimdi mi seni uyandırdı?
775. Ölümün, nâra atmadan boğazı yırtıldı sesi tutuldu; dövüle dövüle davulu patladı!
Sense kendini bir şeylere verdin, ince eleyip sık dokudun; ne sesini duydun, ne davulunu! Fakat ölümün ne demek olduğunu şimdi anladın işte!
Ömrü zayedip tam can verme çağında, o darlık zamanında tövbe etmeye koyulmak,
her yıl Halep’teki Şîa’nın âşure günlerinde Antakya kapısında yas tutmasına benzer. Garip bir şair, yoldan gelmişti de: ”Bu gürültü, bu feryat nedir kime yas tutuluyor?” diye sormuştu.
Âşure günü, bütün Halep’liler, Antakya kapısına gelirler, ta geceye kadar.
Kadın erkek, büyük bir kalabalık toplanır, Ehlibeyt’in yasını tutarlardı.
Bağırırlar, ağlarlar, feryat ederlerdi. Şîa, Kerbelâ vakası için yas tutardı.
780. Ehlibeyt’in Yezit’ten, Şimir’den çektikleri zulümleri, onlar tarafından uğradıkları sınanmaları sayıp dökerler,
Sesleri ses verir, feryatları, bütün ovayı, çölü doldururdu.
Bir garip şair, âşure günü çölden geldi, o feryadı duydu.
Şehri bırakıp o tarafa yürüdü, feryadın sebebini araştırmaya koyuldu.
Merak etti, bu gam nedir, bu yas kime tutuluyor diye soruşturmaya başladı.
785. Herhalde bir ulu bey ölmüş olmalı diyordu; böyle bir topluluk, küçük iş değil.
Ben garibim siz buralısınız adını lâkaplarını söyleyin.
Adı neydi ne iş görürdü, nasıl adamdı? Bana bildirin de onun iyiliklerine ait bir mersiye söyleyeyim.
Ben şairim,bir mersiye düzüp okuyayım da,buradan bir yiyecek,bir azık parası alayım.
Bunu duyanların birisi dedi ki: Yahu, sen deli misin? Yoksa Şîa değilsin de Ehlibeyt düşmanı mısın?
790. Âşure gününü, o gün şehit olan cana yas tutmanın yüzlerce yıl yaşamadan daha üstün olduğunu bilmiyor musun?
Bu dert Müminin yanında değersiz olur mu hiç? Kulağın aşkı, küpenin değerincedir.
Mümine göre o pâk nurun yası, yüzlerce Nuh tufanından da meşhurdur.
Şair’in, Halepteki Şiîleri kınayan sözleri
Şair dedi ki: Doğru ama Yezit’in devri nerede? Bu yas buraya ne kadar da geç gelmiş?
Körler bile o kötülükleri gördüler, sağırların kulakları bile o hikâyeleri duydu.
795. Siz şimdiye kadar uyuyor muydunuz ki şimdi yas tutuyor, elbisenizi yırtıyorsunuz?
Ey uykuya dalanlar, kendinize ağlayın! Çünkü bu ağır uyku, çok kötü bir ölüm.
Tanrı’ya mensup ruh, zindandan kurtuldu. Neden elbisenizi yırtalım, niçin elimizi ısırıp duralım?
Onlar ,din sultanlarıydı. Bağı kırdıkları zaman onlara sevinç çağıdır.
Devlet saymanına uçup gittiler; tomruğu,zinciri çözüp attılar.
800. O gün devlet günüdür, güzellik ve saltanat günüdür. Bir zerrecik anlasan, bilsen bunun böyle olduğunu tasdik edersin?
Bilmiyor, anlamıyorsan yürü, kendine ağla. Çünkü göçmeyi mahşeri inkâr ediyorsun.
Kendi harap dinine, harap gönlüne ağla ki bu eski topraktan başka bir şey görmüyor.
Görüyorsa neden yiğitleşmiyor, Tanrı’ya dayanmıyor; neden gözü tok değil?
Nerede yüzünde din şarabının verdiği nur? Denizi gördüysen hani cömert elin, avucun?
805. Irmağı gören suyu esirgemez; hele o denizi, o bulutu görmüşse.
Tanrı rızk vericiliğini ve rahmet hazinelerini görmeyen haris, büyük bir harman yerinde, o geniş harmanı görmeyip de bir tek buğdaya yapışan, uğraşa çabalaya, titreye, yorula aceleyle onu götürmeye çalışan bir karıncaya benzer.
Karınca, güzelim harmanları görmez de bir tanecik buğdayın üstüne titrer.
O taneyi hırsla, korkuyla çeker durur da onca yığını görmez.
Harman sahibi de ey körlüğünden hiçbir şey görmeyen der;
Harmanlarımızdan ancak o bir tek taneyi gördün de ona canla başla sarıldın.
810. Ey surette zerre olan, Zuhal yıldızını gör. Sen bir topal karıncasın, yürü, Süleyman’a bak.
Sen bu cisimden ibaret değilsin, gözden ibaretsin. Canı görsen cisimden vazgeçersin.
İnsan gözdür, öte yanı deriden, etten başka bir şey değil. Gözü, neyi görürse değeri o kadardır insanın.
Bir küp, boyuna deniz suyu ile doldurulsa koca bir dağı sele verir.
Küpün canından denize bir yol açılırsa küp, ırmaktan üstün olur.
815. Onun için “Söyle” sözü, denizin sözüdür. Ahmed, neyi söylerse hakikatte o söz hakikat denizinindir.
Onun sözleri denizin incileridir. Çünkü gönlü denizle birdir onun.
Deniz daima küpümüze yardım edip durursa artık bir balıkta denizin bulunmasına şaşılır mı?
Duygu gözü şu geçip gidici suretlere düşmüş, donup kalmıştır. Sen, o sureti geçip gidici görürsün ama hakikatte geçip gitmez o.
Bu ikilik şaşı gözün görüşüdür. Yoksa evvel, âhirdir, âhir de evvel.
820. Bu nereden bilinir? Öldükten sonra dirilmeden. Öldükten sonra dirilmeyi ara da bundan az bahset.
Dirilme gününün gelmesine şart önce ölmektir. Çünkü dirilme, ölümden sonradır.
Herkes yokluktan korkar, işte bütün âlem, bu yüzden yol sapıtmıştır. Halbuki yokluk, asıl sığınılacak yerdir.
Bilgiyi nerede arayalım? Bilgiyi terk etmede. Barışı nerede umalım? Barıştan vazgeçmeden.
Varlığı nerede arayalım? Varlığı terk etmede. Elmayı nereden umalım? Elden vazgeçmeden!
825. Ey güzel yardımcı, yok gören gözü varlığı görür bir hale getirmeye de kaadirsin sen.
Yokluktan meydana gelen göz, varlığı tamamı ile yok gördü.
Fakat şu iki göz, değişti de nurlandı mı bu düzgün cihan mahşer olur.
Bu hamlara anlamak haram oldu da onun için bu hakikatler noksan göründü.
Tanrı cömerttir ama güzelim cennetin nimetleri cehennemliğe haramdır.
830. O, ebedî ahde vefa edenlerden değildir, onun için de cennet balı, ağzına acı gelir.
Müşteri olmadıkça alış veriş etmeye eliniz oynar mı?
Birisi gelir, mallara bakar, fakat bakmakla alıcı olmaz ki. O ahmak bakış ancak alay içindir.
Bu kaça? Şu kaça? Diye sorar, dolaşır. Fakat vakit geçirmek, içinden de gülüp eğlenmek için.
Usancından gelir, senden kumaş ister. Fakat ne müşteridir ne de kumaş arar.
835. Kumaşı yüz kere görür, yüz kere geri verir. O nerede kumaş ölçecek? Yel ölçer poyraz biçer!
Nerede müşterinin gelişi, alışverişi, nerede bir serserinin alayı, gönül eğleyişi?
Cebinde bir habbe bile yoktur. Ancak gevezelik eder, yoksa nereden cüppe alacak?
Alışveriş için sermaye yoktur; artık onun çirkin suratı nedir, alayı, gevezeliği ne oluyor?
Bu dünya pazarında sermaye altındır, orada da aşk ve iki ıslak göz.
840. Kim eli boş pazara giderse ömrü geçer, tamamı ile ham ve eli boş olarak geri döner.
Kardeş neredeydin? Hiçbir yerde. Ne pişirdin? Hiçbir şey!
Müşteri ol da elim oynasın, gebe olan madenimden lâl doğsun.
Fakat müşteri, gevşek ve soğuk bile olsa yine sen onu çağır. Çünkü böyle emredilmiştir.
Doğan kuşunu uçur, ruh güvercinini tut. Dâvet yolunda Nuh’un yolunda yürü.
845. Tanrı için hizmette bulun. Halkın kabul etmesiyle, ret etmesiyle ne işin var senin.
Birisinin , gece yarısı bir evin kapısı önünde sahur davulu çalması, komşunun “ Daha gece yarısı, sahur vakti değil. Bir de bu evde kimse yok, kimin için davul çalıyorsun” demesi, davulcunun cevabı
Birisi, büyük bir zatın evinin kapısında sahur davulu çalmakta idi.
Gece yarısı aşk ile şevk ile davul çalıyordu. Ona kabiliyetli birisi dedi ki:
Evvelâ bu davulu, seher vakti çal, gece yarısı bu kepazelik olmaz.
Bir de ey hevesli adam, şunu da bil ki bu evde hiç kimse yok.
850. Burada şeytandan, periden başka kimse yokken ne diye vaktini zayediyorsun?
Tefi, davulu birisi duysun diye çalıyorsan duyacak kulak nerede? Bunu anlamak için akıl lâzım, fakat akıl hani?
Davulcu dedi ki: Sen sözünü bitirdin şimdi cevabımı dinle de şaşırıp kalma.
Sence şimdi gece yarısı ama bence neşe sabahı yaklaştı.
Her sınıklık bence kutlu bir hale geldi. Bütün geceler, gözüme gündüz kesildi.
855. Nil ırmağı sana kandır ama bence kan değil, sudur ey akıllı kişi.
Sence o demirdir, tunçtur ama Davut peygambere mumdur.
Dağ, sana karşı ağırdır, cansızdır, fakat Davut’un önünde usta bir çalgıcı, bir okuyucudur.
Senin önünde o kırık taşlar susarlar. Fakat Ahmed’in önünde fasih bir hale gelir, hamdü senada bulunurlar.
Senin önünde mescidin sütunu ölüdür, fakat Ahmed’e karşı gönlünü aldırmış bir âşıktır.
860. Cihanın bütün cüzüleri halkın önünde ölüdür, Tanrı’ya karşı bilgi sahibi ve muti.
Bu evde bu konakta kimse yok, neden bu davulu çalıyorsun, dedin.
Bu halk, Tanrı için paralar verir, yüzlerce hayrın temelini atar, mescitler yaparlar.
Sarhoş âşıklar gibi uzun bir yol olan Hacca giderler, seve seve canları ile, malları ile oynarlar.
Hiç o evde kimse yok derler mi? Ev sahibi, ev içinde gizlenen cana benzer.
865. Tanrı nuru ile ışıklanan, sevgilinin konağını dolu görür.
Nice dolu ve kalabalık konaklar vardır ki işin sonunu görenler, onları boş görürler.
Kimi dilersen Kâbe’de ara da derhal önünde beliriversin.
Ziynetli ve yüce olan bir suret, nasıl olur da Tanrı yurdu olmaz, boş olur?
Ona kapı kapanmaz, o geldi mi derhal açılır. Fakat başkaları, aşkla değil, ihtiyaçlardan gelirler.
870. Hacca gidenler, neden bu ses duymadan “Lebbeyk” deyip duruyoruz derler mi?
Hakikatte onlara şu “Lebbeyk” demeyi nasip ediş, her lâhza tek Tanrı’dan gelen bir sestir.
Ben de koku aldım, biliyorum bu köşk, bu konak, can meclisinin kurulduğu yerdir toprağı da kimyadır.
Hafif ve tiz nağmelerle bakırımı ebediyen onun kimyasına vurup duracağım.
Nihayet bu sahur davulum, denizleri coşturacak, inciler saçacak, ihsanlarda bulunacak.
875. Halk, savaş safında Tanrı için canları ile oynar.
Birisi Eyüp gibi belâlara düşer, öbürü Yakup gibi sabreder.
Yüz binlerce susuz ve muhtaç kişi, Tanrı için tamaha düşer, çalışır durur.
Ben de suçları yargılayan, örten Tanrı için bu kapıdan sahur davulu çalıyorum, benim de ümidim onda.
Parasını almak için müşterimi istiyorsun? Gönül, Tanrı’dan daha iyi müşteri nerede var?
880. Malından pis dağarcığı alır, sana kendinden ışıklanan bir gönül nuru verir.
Hakikatte yok olan şu buz kesmiş bedeni alır, vehmimize sığmaz bir saltanat ihsan eder.
Birkaç katra göz yaşı alır, şekerlerin, balların hased ettiği kevseri bağışlar.
Sevdalarla, dertlerle dolu ah-ı alır, her ah-a karşılık yüzlerce kârlı mevkii lûtfeder.
Gözyaşı bulutunun sürdüğü ah bulutu yüzündendir ki Halil’e fazla ah eden dedi.
885. Gel de hemen şu eşi olmayan alışverişi durmayan pazarda eskileri sat, hazır ve elde bir olan beyliği al.
Eğer bir şüphe gelir de yolunu vurursa ticarette bulunan peygamberleri kendine senet yap.
O padişahlar padişahı, onların talihlerini öyle yaver etti, onlara öyle bir baht verdi ki dağlar bile onların pılı pırtılarını çekmeye muktedir değildir.
Bilâl, Hicaz sıcağında Mustafa aliyhisselâm’ın sevgisiyle “Tanrı birdir, bir- Ahad ahad “ derdi.
Efendisi de kâfirlik gayretiyle kuşluk zamanları Hicaz güneşinin altında onu dikenle döverdi. Bilâl’in vücudu yaralanır, yaraların - dan kan fışkırır, fakat yine ihtiyarsız olarak ağzından “Ahad ahad“ sözü çıkardı, nitekim dertliler de ihtiyarsız bir surette feryad eder, inlerler. Bilâl, aşk derdiyle doluydu. Firavun’un büyücüleri Cercis Peygamber ve daha sayısız erler gibi o da bu derde düştüğünden diken derdinden kurtulmayı düşünmüyor, o derde aldırış bile etmiyordu.
Efendisi, Bilâl’i terbiye etmek için diken dalı ile dövmekte, o da dikenlere canını feda etmekteydi.
Efendisi, neden Ahmed’i anmaktasın diyordu... Sen, kötü bir kulsun, benim dinimi inkâr ediyorsun.
890. Efendisi onu güneş altında dövmekte, o da “Ahad” diye övünmekteydi.
Derken Sıddıyk, o taraftan geçti, onun “Ahad” demesini duydu.
Gözü doldu, gönlü incindi, o “Ahad” sözünden bir âşina kokusu aldı.
Sonra onu tenhaca görüp nasihat verdi, dedi ki: İnanışını kâfirlerden gizli tut.
Tanrı, gizli şeyleri bilir, maksadını gizle. Bilâl, tövbe ettim dedi.
895. Ertesi gün Sıddıyk, erkenden bir iş için oradan geçiyordu.
Yine “Ahad” sözüyle dayak sesini duydu. Gönlü ateşlendi.
Yine nasihat etti, o da tövbe etti ama aşk gelince tövbesini bozuverdi.
Böyle bir hayli tövbe etti, nihayet tövbeden bezdi.
İnanışını açığa vurdu, bedenini belâya attı, ey Muhammed dedi, ey tövbelere düşman!
900. Bedenim de seninle dolu, damarım da. Artık bu bedene nasıl olur da tövbe sığar?
Bundan böyle tövbeyi gönülden çıkaracağım. Ebedî hayattan nasıl olur da tövbe edebilirim?
Aşk, kahredicidir, ben de onun eline düşmüş, kahrolmuş birisiyim. Aşkın coşup köpürmesiyle, aşkın acılığiyle şeker gibi tatlılaştım.
Ey kasırga, senin önünde bir yaprağım ben, nereye düşeceğimi ne bilirim?
Hilâl’sem de koşuşup duruyorum Bilâl’sem de. Senin güneşine uymuşum bir kere.
905. Ayın bedir oluş yahut zayıflayıp eriyerek hilâl haline gelişle ne işi var? O, güneşin ardına düşmüş gölge gibi koşar durur.
Kaza ve kadere karşı bir kararda durmaya kalkışan kendi sakalına güler.
Hem bir saman çöpü olup rüzgârın önüne düşmek, hem de bir yerde durmaya kalkışmak. Hem kıyamet, hem de sonra işe güce girişmeye kalkmak!
Ben aşkın elinde dağarcıktaki kedi gibiyim. Bir an yukarı çıkmadayım, bir an aşağı düşmede.
O, beni başının üstünde döndürüp durmada. Ne aşağıda kararım var, ne yukarıda.
910. Âşıklar kuvvetli bir selin önüne düşmüşlerdir. Onlar, aşkın takdirine razı olmuşlardır.
Değirmen taşı gibi durup dinlenmeden gece gündüz inleyip sızlanarak döner dururlar.
Değirmen taşının dönüp durması, kimse bu ırmak duruyor demesin diye ırmak arayanlara bir şahit olmuştur.
Arktaki suyu görmüyorsan gel de değirmen taşının dönüşünü gör der.
Feleğin, o dönüp durmadan usandığı, bir karara bağlandığı yok. Sen de ey gönül, yıldız gibi ol, durup dinlenmeyi dileme.
915. Hangi dala el atsan, nereye ulaşıp yapışsan, aşk, o dalı kırar, o şeyi koparır.
Kaderin dönüp duruşunu görmüyorsan unsurların coşuşunu, dönüşünü seyret.
Denizin üstündeki çöplerle köpüklerin dönüp akışı, şerefli denizin köpürüp coşmasındandır.
Başı dönmüş rüzgârın dönüşünü seyret de onun emrine uymuş olan deniz dalgalarının coşup köpürüşünü gör.
Güneşle ay, iki değirmen öküzüdür. Dönüp dururlar ve etrafı korurlar.
920. Yıldızlar da konak konak koşarlar. Her kutlu ve kutsuz şeyin bineği olurlar.
Felekteki yıldızlar, uzak olduklarından, duyguların da tembel ve gevşek olup iz izleyemediklerinden onların hakikatini bilemezsin.
Bizim göz, kulak ve akıl yıldızlarımız, gece nerededir, uyanıkken nerede?
Gâh kutlulukla, vuslatta, gönülleri hoş. Gâh kutsuzlukla, ayrılıkta kendilerinden geçmişlerdir.
Felekteki ay, böyle dönüp durdukça bazen kapkaranlıktır bir zamanda apaydınlık.
925. Gâh balla süt gibi bahar ve yaz olur, gâh, bir ölüm yerine benzeyen kış, zemheri gelir çatar, karlar yağar.
Külli olan şeyler bile onun önünde top gibi yuvarlanıp durur, çevgânına tâbi olur, secde eder.
Sen ey gönül, bu yüz binlerce varlık içinden bir cüzüsün, nasıl olur da onun hükmüne karşı kararsız bir hale gelmezsin?
Beyin emrindeki ata dön, at gâh ahırda mahpustur, gâh gezer dolaşır.
Seni de bir mıha bağladı mı sabret, çözdü mü yürü sıçra.
930. Güneş gökyüzünde eğri büğrü gitti mi yüzü kararır, Tanrı onu bir tutulmaya uğratır.
Sen de aklını başına devşir de tutulma yerine düşmemeye savaş, bu suretle de tencere gibi yüzü kara bir hale gelme.
Buluta da öyle yürüme, böyle yürü diye ateşten kırbaç vururlar.
Filân ovaya yağmur yağdır, buraya değil, kulağını aç diye kulağını bururlar.
Senin aklın, güneşten artık değildir ya. Nehyedilen fikirde kakılıp kalma.
935. Ey akıl, sen de dizginini eğriltme de tutulup nursuz bir hale gelmeyesin.
Güneşin suçu az oldu mu az tutulur, yarısını tutulmuş görürsün, yarısını nurlu.
Tanrı, bu suretle seni suçun ne kadarsa o kadar tutarım. Suça verilen ceza suç miktarıncadır.
İster iyi olsun ister kötü... İster âşikar olsun, ister gizli... Biz her şeyi duyarız, her şeyi görürüz der.
Babacığım, bundan geç, nevruz oldu, halk, Tanrı lütfuna ulaştı, herkesin ağzına tat geldi.
940. Yine ırmağımıza can suyu geldi. Yine padişahımız köyümüze kondu.
Baht, salınıp gezmede, eteğini sürmede, tövbeyi bozma zamanı geldi diye naralar atmadadır.
Yine sel geldi, tövbeyi silip süpürdü. Bekçi uykuya daldı, fırsat vakti gelip çattı.
Her mahmur, şarap içti, sarhoş oldu. Bu gece varımızı, yoğumuzu rehine koyacağız.
O canlara canlar katan lâl şarapla, lâl içinde lâl olduk, lâl içinde lâl kesildik.
945. Yine meclis şenlendi, gönülleri parlattı. Kalk, kem göz değmesin diye mangala çörekotu at.
Güzel sarhoşların naralarını duyuyorum. Canım, ta sonuna kadar böyle olmayalım işte.
İşte bir Hilâl bir Bilâl’e dost oldu. Diken yarası, ona gül ve gülnar kesildi.
Beden, diken yarası ile kalbura döndü ama canım, bedenim, devlet gülistanı oldu.
Beden, o kâfirin dikeninin zahmı önünde ama canım, Tanrı’nın sarhoşu!
950. Canıma bir can kokusudur gelmede, merhametli sevgilimin kokusu erişmede.
Mustafa, Miraçtan geldi, Bilâl’ine ne mutlu ne mutlu!
Sıddıyk, doğru özlü, doğru sözlü Bilâl’den bu sözleri duyunca tövbesinden el yudu.
Tanrı razı olsun, Sıddıyk’ın bu vakayı Mustafa aleyhiselâm’a söylemesi, Bilâl’e, kâfirlerin yaptıkları zulümleri ve onun “Ahad, Ahad” demesi yüzünden daha fazla zulmettiklerini anlatması, onu almak için birbirleriyle danışmaları
Sıddıyk bunun üzerine Mustafa’nın yanına gelip vefalı Bilâl’in halini anlattı.
Dedi ki: O felekleri ölçen çevik ve kutlu kanatlı Bilâl, şimdi senin aşkına düşmüş, senin tuzağına tutulmuştur.
955. Padişahın doğanıyken o kuzgunlardan zahmetlere uğramada. O ağır define, pislik içine gömülmüş.
Baykuşlar, doğana sitem etmedeler. Suçsuz olduğu halde kanatlarını yolmadalar.
Suçu ancak doğan oluşu. Yusuf’un güzellikten başka ne suçu var ki?
Baykuşun yeri yurdu yıkık yerlerdir. Onun için doğana kâfirce kızmadalar.
Neden o diyarı hatırlıyorsun? Neden padişahın köşkünü, bileğini anıyorsun?
960. Baykuşların köyünde gevezelik ediyor, buraya bir kargaşalıktır salıyorsun.
Feleğin üstündeki esir bile, yuvamıza haset ederken sen oraya yıkık yer diyor, orayı hor görüyorsun.
Deli oldun galiba ki baykuşların seni padişah ve başbuğ yapmaları hevesine kapıldın.
Vehme, sevdaya kapılıp dönmede, dolaşmada, bu cennete virane adını takmadasın.
Kötü huylu herif, bu delilik, bu saçma fikirler, kafadan çıkıncaya kadar kafana vuracağız senin.
965. Bu sözlerle onu doğuya karşı çarmıha geriyorlar, elbiselerini soyup çıplak vücudunu diken dallarıyla dövüyorlar.
Bedeninden yüzlerce kan ırmağı fışkırmada. Öyle olduğu halde “Ahad” diyerek baş koymada.
Dinini gizle, melûn kâfirlerden sırrını sakla diye öğütler verdim.
Fakat o âşık, kıyamete ulaşmış... Ona tövbe kapısı kapanmış.
Hem âşıklık, hem tövbe, hem de sabretme imkânı. Bu, pek imkânsız bir şeydir canım efendim.
970. Tövbe bir kurtçağızdır, aşksa bir ejderhaya benzer. Tövbe, halkın sıfatıdır, aşksa Tanrı sıfatı.
Aşk, kimseye niyazı ve ihtiyacı olmayan Tanrı’nın vasıflarındandır.Ondan başkasına âşık olma, geçici bir hevestir.
Çünkü mecazi aşk, altınlarla bezenmiş bir güzelliktir. Görünüşü nurdur, fakat içi dumandır.
Nur gitti de duman meydana çıktı mı mecazi aşk, derhal soğur, donar.
O güzellik aslına gider, beden kokmuş rüsvay, kötü bir halde kalır.
975. Ayın nuru da aya döndü mü duvardaki aksi gider, o duvar simsiyah kesilir.
O nakış, o boya gitti mi su ve toprak kalır. Ay olmayınca o duvar şeytan gibi bir hale düşer.
Kalp altının yüzünden altını gidince, o altın, kendi madenine dönünce,
Kepaze bakır, duman gibi kala kalır. Bu yüzden de ona âşık olanın yüzü kararır.
Gözlülerse altın madenine âşık olurlar. Aşkları, her gün biraz daha artar.
980. Çünkü altın madenine altınlıkta ortak yoktur. Merhaba ey şüphesiz, hilesiz altın madeni!
Kim kalp bir akçayı altın madenine ortak ederse asıl altın, mekânsızlık madenine gitti mi,
Âşık da ıstırabından ölür, mâşuk da. İkisi de âdeta suyu çekilmiş girdaptaki balığa döner.
Tanrı’ya ait olan aşk, yücelik güneşidir. Halk da gölge gibi onun nurunun emrindedir.
Mustafa, bu vakayı duyunca hoş bir surette ferahladı, neşelendi Ebubekir’de bu hali görünce söz söylemeye iştahlandı.
985. Mustafa gibi bir dinleyici duyunca her kılı, ayrı bir dil oldu.
Mustafa dedi ki: Peki, ne çaresi var şimdi? Ebubekir ben ona müşteriyim dedi...
Efendisi ne isterse zarara ziyana bakmadan alacağım.
Çünkü o yeryüzünde Tanrı esiri olmuş, Tanrı düşmanlarının hışmına uğramış.
Mustafa aleyhisselâm’ın, Sıddıyk’a -Tanrı razı olsun- Bilâl’e müşteri olunca mutlaka inatlarından pahalıya satacaklardır, beni de bu fazilette kendine ortak et, vekilim ol, yarı parasını benden al demesi
Mustafa dedi ki: Ey devlet arayan, bu hususta ben de sana ortağım.
990. Vekilim ol, müşteri olup onu al, yarı parasını ben de sana ortağım.
Ebubekir ,baş üstüne deyip derhal amansız kâfirin evine gitti.
Kendi kendine çocukların elindeki inciyi almak kolaydır diyordu.
Yol yanıltan Şeytan, dünya malına karşılık bu ahmak çocukların aklını, imanını satın alır ya.
Leşe o kadar ziynet verir ki karşılık olarak onlardan iki yüz tane gül bahçesi satın alır.
995. Büyü yapar da o kadar ay ışığı gösterir ki aşağılık adamlardan yüzlerce keseyi kapar.
Peygamberler, onlara alışveriş etmeyi öğrettiler, onların önünde din mumunu yaktılar.
Fakat şeytan ve yol yanıltan büyücü, hileyle, büyüyle peygamberleri onlara çirkin gösterdi.
Düşman büyü yaparak karı ile kocayı birbirine çirkin gösterir, nihayet aralarına ayrılık düşer.
Onların gözlerini büyüyle kapattılar da böyle değerli bir inciyi aşağılık kişiye sattılar.
1000.Bu inci, iki âlemden de üstündür. Gel de hemen şu eşek gibi bir şeyden anlamayan çocuktan satın al.
Eşeğe göre katır boncuğu ile inci birdir. O eşek ,zaten inciyle denizin vücudunda şüphe eder.
O denizi de inkâr eder, incilerini de. Hiç hayvan, inciyi süsü püsü arar mı?
Tanrı, lâl ve inci aramaz. Tanrı, onun kafasına böyle bir şey koymamıştır.
Hiç eşeklerde küpe gördün mü? Eşeğin kulağı da yeşilliktedir aklı da.
1005. Vettini suresindeki “İnsanı en güzel şekilde yarattık” âyetini oku. Ey dost ,en değerli inci candır.
En güzel şekli olan insan şekli, arştan da üstündür, düşünceye de sığmaz.
Bu paha biçilmez şeyin değerini söylesem ben de yanarım, duyan da yanar.
Burada artık sus dudağını yum, eşeğini bu tarafa sürme. Sıddıyk da o eşeklerin yanına gitti.
Kapının halkasını dövdü. Kapı açılınca o kâfirin evine âdeta kendinden geçmiş bir halde girdi.
1010. Kendinden geçmiş sarhoş ve ateşli bir halde oturdu. Ağzından bir hayli acı sözler çıktı.
Dedi ki: Bu Tanrı dostunu nasıl dövüyorsun? Ey apaçık düşman bu ne haset?
Kendi dininde doğru isen doğru sözlü bir adama zulmetmeye gönlün nasıl razı oluyor?
Ey kâfirlik dininde karı olan, nasıl oluyor da bir şehzadeye karşı böyle bir zanda bulunuyorsun?
Ey ebedî lânete uğramış, ey merdut adam, daima adamı eğri büğrü gösteren aynaya bakma.
1015. O anda Sıddıyk’ın ağzından çıkan sözleri söylesem elini ayağını kaybedersin.
O hikmet kaynakları cihetsizlik makamından coşmada, dudağından Fırat gibi kaynayıp akmada idi.
Herhangi bir taştan su kaynar, akar. Bu su, taşın ne yanından gelir, ne ortasından.
Tanrı o taşı kendisine bir siper yapmıştır. O gök renkli suyu, o taştan akıtıp durmadadır.
Nitekim senin göz kaynağından da nur, hiç eksilmeden akıp durmadadır.
1020. O nur, ne yağdan meydana gelir, ne deriden. Dost, yaratılışta, o gözü, nura bir vesile yapmıştır.
Kulak boşluğunda da çekici bir yel vardır. Söyleyenin yalan olsun doğru olsun sözlerini duyar anlar.
O küçücük kemikteki yel nasıl bir yeldir ki söz söyleyenin harfini, sesini alıyor?
Kemikle yel ancak bir vesileden ibarettir. İki âlemde de Tanrı’dan başka kimse yoktur.
Perdesiz olarak duyan da odur söyleyen de. Çünkü “Kulaklar baştan sayılır.”
1025. Kâfir dedi ki: Ey ikramcı adam, eğer acıyorsan para ver, al onu. G
önlün yanıyorsa onu benden satın al. Müşkülün parasız hallolmaz.
Ebubekir, yüzlerce hizmette bulunur, Tanrı’ya karşı da beş yüz kere şükür secdesine kapanırım. Güzel bir kulum var, fakat kâfir.
Vücudu beyaz ama gönlü kara, gönlü nurlu kulu ver bana.
Birisini gönderip kölesini getirtti, hakikatten o köle pek güzeldi.
1030. Bir derece ki o kâfir, hayran oldu, taşa benzeyen yüreği âdeta yerinden oynadı.
Surete tapanların hali budur. Taş gibi yürekleri, bir suret gördüler mi mum gibi erir.
Fakat yine dayandı, inat etti, bu hiçbir şey değil, bundan başka daha para vermelisin dedi.
Ebubekir, o kâfirin, hırsı yatışıncaya, gönlü razı oluncaya kadar da para verip Bilâl’i satın aldı.
Bu alışverişte Sıddıyk aldandı sanarak kâfir gülmeye koyuldu
O taş yürekli kâfir acıklanarak, eğlenerek, alay ederek bir kahkaha attı.
1035. Sıddıyk dedi ki: Bu kahkaha neden? Herif cevap vereceği yerde büsbütün gülmeye kahkahasını arttırmaya başladı.
Dedi ki: Bu kara köleyi almaya bu kadar düşmesen, bu kadar sevdalanmasan,
Ben de ısrar etmezdim , bu verdiğin paranın onda biriyle almış olurdun.
Bence o yarım akça bile etmez. Fakat pahasını bağıra çağıra sen arttırdın.
Sıddıyk, a ahmak diye cevap verdi, çocuk gibi bir cevize karşılık bir inci verdin.
1040. Bence o iki cihana değer. Ben cana bakıyorum sen renge bakıyorsun.
O kızıl altın, fakat şu ahmaklar yurdunda oturanların hasedi yüzünden kara görünmede.
Cisimlerin şu yedi rengini gören baş gözü, bu perde ardından o ruhu göremez.
Eğer satışta biraz daha nekeslik etseydin bütün malımı mülkümü verirdim.
Daha ziyade üstüne düşseydin başkalarından bir etek dolusu altın borç alır, onu da verirdim.
1045. Fakat bedava buldun da ucuz verdin. Hokkayı açıp da içindeki inciyi görmedin.
Cahilliğinden üstü kapalın okkayı verdin, yakında görürsün sen ne zarara girdin!
Lâl dolu hokkayı yele verdin. Zenci gibi kara yüzlü oluşuna da seviniyorsun.
Sonunda çok eyvah dersin. Hiçbir kimse bahtı, devleti satar mı?
Baht sana köle elbiselerini bürünmüş de gelmişti. Fakat talihsiz gözün, zâhirden başka bir şey görmedi ki.
1050. O sana kulluğunu gösterdi, fakat çirkin huyun onunla hileye, düzene girişti.
A herzevekil bu bedeni ak, gönlü kara köleyi puta taparcasına al bakalım.
Bu senin, o da benim. İkimiz kârlıyız a kâfir. Senin dinin senin, benimki benim!
Puta tapanların lâyığı budur zaten. Çulu atlas olur atı sopa.
Kâfirlerin mezarı gibi dumanla ateşle doludur içi, fakat dışarısı yüzlerce nakışla, ziynetle bezenmiştir.
1055. Zâlimlerim malları gibi hani. Dışarıdan güzel görünür ama hakikatte mazlûm kanıdır, vebalidir.
Münafık gibi görünüşte orucu, namazı görünür de hakikatte otsuz, çimensiz kapkara topraktır.
Gar gur edip duran boş buluta benzer. Ondan ne yeryüzünde bir fayda vardır, ne buğdaya bir kuvvet.
Hileli ve yalan vâde gibi hani. Sonu rüsvaylıktır, fakat önü parlak görünür.
Ondan sonra Bilâl’in elini tuttu, o mihmetin dişlerinde bir hilâle dönmüş olan dostun eline yapıştı, yola düştüler.
1060. O bir hilâle dönmüş de ağza yol bulmuştu, tatlı dilli birine gitmekteydi.
Zayıf, hasta bir haldeydi. Mustafa’nın yüzünü görünce sırt üstü düşüp bayıldı.
Uzun müddet kendisinden geçmiş olarak öyle baygın kaldı. Kendine gelince sevincinden gözyaşları dökmeye başladı.
Mustafa onu kucakladı. Ona ne bağışladı, ne ihsanlarda bulundu kim bilir?
Sanki bir bakırdı, iksire kavuşmuş. Sanki bir müflisti, bol bir define elde etmiş.
1065. Perişan balık denize düşmüştü, yolunu kaybetmiş kervan yol bulmuştu.
Peygamberin o anda söylediği sözler, geceye söylenseydi gecelikten çıkar,
Sabah gibi apaydın olurdu. Ben, o sözleri anlatamam ki!
Hamel burcundaki güneş, otlara ve henüz olmamış hurmalara ne yapar? Bilirsin ya.
Arı duru su, çiçeklerle fidanlara neler söyler? Onu da bilirsin.
1070. Tanrı’nın sanatı, cihanın bütün cüzilerine karşı âdeta afsuncuların ağzından çıkan soluğun, harfin tesirini yapar.
Tanrı çekişi, tesir ve sebeplerle olur. Harfsiz, dudaksız yüzlerce söz söyler Tanrı.
Tesir ediş de kaderden değil midir? Fakat tesiri, akılla anlaşılmaz.
Akıl, asıllarda mukallit olduğu için bil ki ferilerinde de mukallittir.
Akıl peki, ben aslı bilmede de mukallidim, fer’i bilmede de fakat asıl maksat nedir, diye sorarsa de ki: Asıl maksat öyle bir şeydir ki sen onu bilemezsin vesselâm!
Mustafa aleyhisselâm’ın Tanrı razı olsun Sıddıyk’a “Ben sana beni de ortak et dememiş miydim ?
Neye yalnız aldın? Diye darılması onun da özür getirmesi
1075. Peygamber dedi ki: Ey Sıddıyk, sana demedim mi ki bu ihsanda beni de ortak et.
Ebubekir, biz dedi, ikimiz de senin kullarınız. Ben, onu senin rızan için azat ettim.
Sen beni kul et,bana dostum de, de senden hiç azatlık istemem.
Benim azatlığım sana kul olmamdır. Sensiz olursam mihnetlere, azaplara uğrarım.
Ey Tanrı seçilmişi, bu seçilişinle dünyayı dirilttin. Halkın geri kalanlarını ileri götürdün, hele beni yok mu?
1080. Gençliğimde rüya görmüştüm, değirmi güneş, bana selâm vermişti.
Beni yerden almış, gökyüzüne çıkarmıştı. Bu yücelişte ona yoldaş olmuştum.
Bu rüya, olmayacak bir şey, malihulyadan ibaret. Hiç olmayacak şey, benim halime uyar mı, benim vasfım olur mu? demiştim.
Fakat seni görünce kendimi gördüm. Aferin o güzel aynaya!
Seni görünce olmayacak şey, bana hâl oldu. Canım ululuklara daldı.
1085. Ey şehirlerin ruhu, seni görünce bu güneşin sevgisi, harareti, gözümden düştü.
Gözüm senin yüzünden yüce bir himmet sahibi oldu, artık çayırlığa, çimenliğe hor bakıyor, onları hoş görmüyor.
Nur aradım, kendimi nurun nuru olarak gördüm. Huri aradım, kendimi hurilerin bile kıskandıkları derecede güzel buldum.
Lâtif ve gümüş bedenli bir Yusuf aradım, sen de bir Yusuf’lar yurdu gördüm ben.
Cennet peşindeydim, arayıp duruyordum. Her cüzün, bana bir cennet göründü.
1090. Bu övüşte bana nispetledir, yoksa bu övüş sana bir kınamadır, bir hicivdir.
Hani, Tanrı Kelim’i Musa’ya karşı, o sâf çoban, Tanrı’yı övüyor.
Gel de bitlerini kırayım sana süt içireyim,çarığını dikeyim, önüne çevireyim diyordu ya.
Fakat Tanrı onun bu sözlerini medih, saydı; sen de merhamet eder, benim sözlerimi medih sayarsan şaşılmaz.
Anlayışlara acı, kusurludur onlar ey akılların, vehimlerin ötesinde olan Tanrı!
1095. Ey âşıklar, eskileri yenileyen âlemden yepyeni bir ikbal, bir devlet erişti.
O âlem, öyle bir âlemdir ki biçarelere çareler, arar. Dünyanın yüz binlerce bulunmaz matahı o âlemdedir.
Ey kavim, müjdeler olsun, ferahlık vakti geldi, zahmet devri geçti, ferahlanın ey kavim!
Ey Bilâl, bizi ferahlandır demek için bir güneş, hilâlin evine gitti.
Ey Bilâl, düşman korkusu ile dudak altından söylediğin sözü minarelere çık da kâfirlerin körlüğüne rağmen bağır!
1100. Müjdeci, her dertlinin kulağına, kalk ey talihsiz, devlet yolunu tut diye bağırmada.
Ey bu hapiste, şu kokmuş yerde, bitler içinde kalan, kendine gel... kimse duymasın, kurtuldun ,sus!
Dostum, her kılın dibinden bir davul sesi gelmede... Neden şimdi susuyorsun?
Hasetçi düşman öyle bir sağır oldu ki bu kadar davul sesine karşı hani, ses nerede ki diyor.
Bak, ne taze diye yüzüne reyhan vuruyorlar da körlüğünden bu eziyet de nedir ki demekte.
1105. Huri, elini sıkar; kör neden beni incitiyor diye hayretlere düşer, elini çeker.
Bedenimi, elimi ne diye çekiştirip duruyorlar... Ben uyuyorum, bırakın da güzelce dalayım, bir rüya göreyim der.
Rüyada arayıp durduğun burada... gözünü aç, o izi kutlu ay, önünde!
Onun için yücelere daha fazla belâ geldi. Çünkü sevgili, güzellere daha fazla cilvelenir.
Her yolda güzellerle lâtife eder, kendisini onlara gösterir, onlarla cilvelenir. Fakat bazen körleri de bir coşturur.
1110. Bir an için kendisini körlere de verir. Bu yüzden de körlerin mahallesinden bir feryattır kopar.
Hilâl Tanrı’ya ihlâs güder bir kuldu. Mukallit değildi, can gözü açıktı.
Aczinden değil de kendini gizlemek için mahlûklara kulluk ederdi. Nitekim Lokman'la Yusuf ve saire de görünüşte kul olmuşlardı. Hilâl de beyin kulu ve seyisiydi. O bey müslümandı ama kördü. Kör de bilir ki bir anası vardır. Fakat o ana nasıldır? Vehmine bile getirmez. Bu bilgisiyle anasını ulularsa körlükten kurtulması mümkündür. ”Tanrı, bir kuluna hayır vermek isterse kalbinde iki göz açar, o kul o gözlerle gayb âlemini görür”
Bilâl’in bazı vasıflarını duydum. Şimdi de Hilâl’in zayıflığını dinle.
O, yürüyüşte, gidişte Bilâl’den ileriydi; kötü huylarını daha fazla tepelemişti.
Senin gibi ardına ardına gitmez, her an daha ziyade gerilemezdi; senin gibi mücevheri bırakıp taşa koşmazdı.
Hani şunu gibi: Bir adama konuk geldi. Adam, konuğun yaşını sormaya, ne vakit doğduğunu araştırmaya koyuldu.
1115. Oğul dedi, kaç yaşındasın? Söyle, saklama anlat bakalım.
Konuk, on sekiz dedi ,yahut on yedi, on altı. Yahut da kardeşlik, on beş!
Ev sahibi hadi bakalım şaşkın hadi, biraz daha geri geri git de ananın rahmine gir!
Bu sözü anlatan bir hikâye
Birisi bir beyden at istedi. Bey, yürü dedi, o güzel atı al.
Adam, ben onu istemem deyince neden dedi. Adam dedi ki: Pek huylu geri geri gidiyor.
1120. Boyuna gerisin geri gitmede. Bey dedi ki: Sen de kuyruğunu eve çevir!
Senin nefis atının kuyruğu da şehvettir. Bu sebepten, o kendisine tapan, geri geri gider.
Şehvet, sana aslından kuyruk olduysa o şehveti çek çevir, ahirete şehvetlen.
Şehvetini yemeden içmeden kestin mi, şehvet yüce akıl cihetine düşer, oradan baş gösterir.
Hani bir ağacın kötü dallarını budarsın da iyi dallarından dal budak verir, o dallar kuvvetlenir ya.
1125. Kuyruğunu o tarafa çevirdin mi geri geri gitse bile sığınılacak yere kadar varır, dayanır.
Ne mutludur binicisine râm olan ve doğru giden atlar. Onlar, ne geri giderler, ne huysuzluk ederler.
Tanrı Kelim’i Musa gibi hızlı hızlı gider, bir kilim gibi Bahreyn’e kadar varır, yayılır.
Musa’nın gittiği yol, tam yedi yüz yıllık yoldu, o sevda ile bu kadar uzun yolu aştı.
Bedenindeki gidiş gayreti bu kadardı. Canındaki gayretse ta İlliyn’e değdi.
1130. İyi biniciler, birbirlerini geçmek için atlarını sürdüler. Karınları şiş battallarsa ahırda kala kaldılar.
Örnek
Hani bir kervan bir köye gelip çatmış, orada açık bir kapı görmüştü.
Kervan halkından biri bu kocakarı soğuğunda eşyamızı buraya atalım, birkaç gün burada kalalım dedi.
İçeriden bir ses geldi: Hayır ,neyiniz varsa önce dışarıya bırakın da ondan sonra içeri girin.
Atılması gereken ne varsa dışarıya at da öyle gel. Onlarla içeriye girmeye kalkışma ki bu meclis pek yüce bir meclistir.
1135. Hilâl, gönlü üstat, ruhu aydın bir zattı. İnanmış bir adamın kuluydu, ona seyislik etmekteydi.
Ahırda seyislik ediyordu, ay, kuldu, köleydi ama hakikatte padişahlar padişahıydı.
Beyin, kölesinden haberi bile yoktur. Çünkü ona ancak şeytanın Âdem’e baktığı gibi bakıyordu.
Ancak su ve toprak görüyordu, ondaki defineden haberi yoktu. Beş duyguyla altı ciheti görüyordu, beş duygunun aslını değil.
Toprağın rengi meydandaydı, din nuru görünmüyordu. Her peygamber âlemde böyleydi.
1140. Birisi minareyi görür, minaredeki kuşu göremez. Minaredeki hünerli doğanı gözü alamaz.
İkincisi, kanatlarını çırpan kuşu görür, fakat kuşun ağzındaki tüyü göremez.
Tanrı nuru ile bakansa hem kuşu görür, hem ağzındaki tüyü.
Öbürüne der ki: Tüyü gör tüyü. Tüyü göremedikçe düğüm açılmaz.
Birisi insanı nakışlarla bezenmiş balçıktan bir suret görür öbürü ilim ve amelle dolu bir balçık!
1145. Beden minaredir, ilim ve ibadet kuşa benzer, onu ister üç yüz tane say ister iki tane.
Orta görüşlü adam, yalnız kuşu görür, kuştan başka önde, artta hiçbir şey göremez.
Tüyse, kuşta gizli olan tüydür, kuşun canı onunla kaimdir.
Gagasında tüy bulunan kuşun işi, hiç eğreti olmaz.
Onun bilgisi daima canından coşar. Ne eğretidir, ne borç!
Hilâl hastalandı, efendisi onu hor görür, tanımazdı, hastalığını da duymadı. Mustafa aleyhisselâm’ın gönlüne doğdu. Hilâl’in hatırını sormaya, ona geçmiş olsun demeye gitti.
1150. Hilâl kazara hastalandı, zayıflamaya, erimeye başladı. Mustafa, vahiyle onun halini anladı.
Efendisi, onu, pek hor gördüğünden hastalığından da haberdar olmadı.
O ihsan sahibi ahırda tam dokuz gün yattı. Hiç kimse halini bilmiyordu.
Er olan, erlere padişahlar padişahı kesilen, kendisini yüzlerce akıl, bir deniz gibi kaplayan,
Peygambere vahiy geldi, Tanrı merhameti dertlilere derman oldu, iştiyakını çeken Hilâl hastadır.
1155. Mustafa kadri yüce Hilâl’i görmek, ona geçmiş olsun deyip hatırını sormak için o tarafa doğru yola çıktı.
O ay, vahiy güneşinin ardına düşmüş, sahabe de yıldızlar gibi onun ardınca gitmedeydi.
Ay “Sahabem yıldızlara benzer. İyilere, doğru yolu gösterirler, azgınları taşlarlar” diyordu.
Beye, o padişah geldi dediler. Neşesinden çılgın bir halde yerinden sıçradı.
O padişahlar padişahını, kendisi için gelmiş sanıp sevinçten ellerini çırptı.
1160. Aşağıya inip muştucuya canlar saçıyordu âdeta.
Yeri öptü, selâm verdi. Yüzü, sevincinden gül gibi kızarmıştı.
Buyurun, dedi, yurdumuzu şereflendirin de burası cennete dönsün.
Evim, gökyüzünden üstün olsun, çünkü zamanın kutbunu gördüm.
O hürmete değer sultan, onu azarlar gibi dedi ki: Ben seni görmeye gelmedim.
1165. Bey; ruhum sana feda olsun, dedi, hattâ ruh da nedir ki? Lütuf et, bu geliş kimin için? Söyle.
Söyle de senin lütuf ve ihsan bağına dikilmiş bir fidan olan o zatın ayaklarına toprak olayım.
Mustafa, arşın Hilâl’i nerede? Tevazuundan ay ışığı gibi yerlere döşenen.
Kullukta gizlenen padişah, o sırları duymak için dünyaya gelmiş er nerede?
O bizim kulumuz, seyisimiz deme. Şunu bil ki define yıkık yerlerdedir.
1170. Binlerce dolunay, ayaklarının altına döşenmiş olan Hilâl, hastalıkla ne âlemde acaba? dedi.
Bey; hastalığından haberim yok ama dedi, birkaç gündür yanıma gelmedi.
O, atlarla katırlarla düşer kalkar, seyis olduğu için şu ahırda yatar.
Mustafa aleyhisselâm’ın, Hilâl’e geçmiş olsun demek için o beyin ahırına girmesi ve –Tanrı razı olsun— Hilâl’e iltifatta bulunması.
Peygamber, Hilâl’i görmek üzere ahıra girdi araştırmaya başladı.
Ahır karanlık, pis ve berbattı. Fakat ülfet zamanı gelip çatınca bu kötülüklerin hepsi ortadan kalktı.
1175. O erkek aslan, Yusuf’un kokusunu alan Yakup gibi Peygamberin kokusunu aldı.
Mucizeler, imana sebep olmaz, sıfatları çeken cinsiyet kokusudur.
Mucizeler, düşmanı kahretmek içindir. Halbuki cinsiyet kokusu, gönül almaya insanı âşık etmeye sebep olur.
Mucizeler, düşmanı kahreder ama dostu değil. Hiç dostun boynu bağlanır mı?
Hilâl uykudayken Peygamberin kokusunu aldı, bu gübrelik içindeki şu güzel koku nedir ki? dedi.
1180. Derken atların, katırların ayakları arasında o eşi olmayan Peygamberin tertemiz eteğini gördü.
Sürüne sürüne ahırın bucağından gelip o erin ayağına yüzünü, gözünü sürdü.
Peygamber, yüzünü yüzüne sürdü. Başını, yüzünü, gözünü öptü.
Rabbim dedi, sen ne gizli mücevhersin. Ey arş garibi, nasılsın, iyi misin?
Hilâl dedi ki: Uykusu dağılmış bir âşıkın ağzına gün doğarsa ne hale gelir?
1185. Toprak çiğneyen bir susuzu su, güzel bir halde başı üstünde taşırsa nasıl olur?
Mustafa aleyhisselâm, İsa aleyhisselâm’ın su üstünde yürüdüğünü duyunca “Yakıyni artsaydı hava üstünde yürürdü” buyurmuştur.
İsa gibi hani. Irmak onu baş üstünde tutardı; Abıhayat içinde gark olmadan emindi.
Ahmed dedi ki: Eğer yakıyni fazla olsaydı hava ona binek olurdu.
Benim gibi... Ben de havaya bindim, miraç gecesi hava üstünde yürüdüm.
Hilâl dedi ki: Kör ve pis bir köpek, uykudan sıçrayıp kalkar da kendisini aslan olmuş görünce ne hale gelir?
1190. Fakat okla vurulan aslan gibi bir aslan değil, korkusundan kılıçların temrenlerin kırıldığı bir aslan!
Yılan gibi karnı üstünde sürünüp giden bir körün gözü açılır, bağı, baharı görürse ne olur?
Mahiyet ve keyfiyetten kurtulan, keyfiyetsizliğin ebedi hayat yurduna ulaşan birisi nasıl olur?
Mekansızlık yurduna mahiyet ve keyfiyet bağışlayan bir hale gelir, bütün keyfiyet ve mahiyetler, köpekler gibi sofrasının etrafına toplanırsa.
Keyfiyetsizlik âleminden onlara kemik verirse ne olur? Cenabetken sus, bu sûreyi okuma.
1195. Keyfiyetten gusül edip, tamamı ile yıkanıp arınmadıkça sen bu musafa dokunma oğlum.
Fakat ey padişahlar, pis olayım, temiz olayım, âlemde bunu okumayayım da neyi okuyayım?
Sen bana sevaba girmem için diyorsun ki yıkanıp arınmadan su havuzuna girme.
Fakat havuzun dışında topraktan başka bir şey yok. Havuza girmeyen temizlenemiyor.
Suyun bu lütuf ve keremi olmasa, her an pislikleri kabul edip temizlemese,
1200. Vay ona iştiyak çekenlere, vay ona ümit bağlayanlara, vay onların ebedi hasretine!
Suyun yüzlerce lütfu vardır, yüzlerce ihsanı vardır. Pislikleri kabul eder vesselâm.
Ey Hak ziyası Hüsamettin, nur seni kötü kuşlardan korur, gözetip bekler.
Ey yarasalardan gizli olan güneş, Tanrı nuru ve onun yücelişi, senin gözcün, bekçindir.
Güneşin yüzündeki perde, ancak parlaklığının fazlalığı ve ışığının keskin ve şiddetli oluşudur.
1205. Güneşin perdesi de Tanrı nurudur. Ondan nasipsiz olan yarasadır, gecedir.
Her ikisi de güneşten uzakta ve perde ardında kaldığından ya yüzleri kararmıştır, yahut da donup kalmışlardır.
Hilâl’e ait hikâyenin bir kısmını yazdım. Şimdi de dolunaya ait hikâyeyi dile getir.
Hilâl’le dolunay birdir. İkilikten, noksandan, gidilmeden uzaktır onlar. Hilâl hakikatte noksan kabul etmez,
görünüşteki noksan, yavaş yavaş dolunay haline gelmek,kemal bulmaktır.
1210. Geceleyin geceye yavaşlık hususunda ders verir. Sıkıntının yavaş yavaş açılacağını gösterir.
Yavaşlıkla ey ham aceleci der, dama dayanan merdivenden basamak basamak çıkılır.
Tencereye yavaş ve ustaca kayna, delice kaynayan yemekten hayır gelmez der.
Tanrı, âlemi bir kere Kün demekle yaratmaya kadir mi değildi? Bunda şüphe mi var?
Peki neden bu yaratış, altı gün sürdü; her gün de tam bin yıl kadardı?
1215. Neden çocuk dokuz ayda yaratılmada? Çünkü padişahların âdeti bir şeyi yavaşlıkla yapmaktır.
Neden Âdem’in yaratılışı kırk sabah sürdü, yavaş yavaş o balçığı insan haline getirdi?
Tanrı, senin gibi aceleci değildir a ham adam. Sen, şimdi sıçrayıp koştun; çocuk olduğun halde kendini şeyh göstermedesin.
Kabak gibi her şeyin üstüne çıktın. Nerede sen de savaşta direnecek ayak
Ağaçlara, duvarlara dayandın, kabak gibi yukarı çıktın a kelceğiz!
1220. Önce bineğin, usul boylu selvidir ama sonunda kupkuru, içi boş bir hale gelirsin!
A su kabağı, yeşil rengin tez sararır, çünkü o renk iğreti bir boyadır, aslında yok ki.
Bir kocakarı çirkin suratındaki kılları yolar, yüzünü boyar, kızıllaştırırdı ama bir türlü olamazdı
Doksan yaşında bir kocakarı vardı. Yüzü bumburuşuktu, rengi safran gibi sarıydı.
Yanağı, sofra altısının baş tarafları gibi kat kattı. Fakat erkek aşkından vazgeçmemişti.
Dişleri dökülmüş, saçları süt gibi ağarmıştı. Boyu yay gibi bükülmüş, her duygusu değişmişti.
1225. Böyle olduğu halde koca isteği ve şehvet hırsı hâlâ yerindeydi. Erkek avlamaya aşkı vardı da tuzağı paramparça olmuştu.
Vakitsiz öten bir horoza, yolsuz, yolcusuz bir yola benziyordu. Kızgın ateşe konmuş boş bir tencereydi sanki.
Meydana âşıktı, fakat ne atı vardı, ne ayağı. Düdük çalmaya sevdalıydı, fakat ne dudağı vardı ne zurnası!
İhtiyarlıkta Tanrım, kâfire bile hırs vermesin. Bu hırsı Tanrı kime verdiyse ne kötüdür o kul!
Köpek kocaldı, dişleri döküldü mü adamlara salamaz, ancak pisliğe, gübreye salar.
1230. Öyle olduğu halde şu altmış yaşındaki köpeklere bak ki her an köpek dişleri biraz daha keskinleşmede.
İhtiyar köpeğin, derisinden tüyler dökülür; fakat şu ipekler giymiş kart köpeklere bak bir kere de!
Bu köpeklerin aşkı da alt yanlarıyla paraya, hırsları da. Kocaldıkça da bu aşkları artıyor, hele bak şu köpek soylarına!
Böyle ömür cehennem sermayesi. Gazap kasaplarına salhane.
Ömrün uzun olsun dediler mi hoşlanır, güler de ağzı açık kalır.
1235. Böyle bir bedduayı dua sanır. Gözünü açmaz, kafasını bir türlü kaldırmaz.
Kıl ucu kadar ahiret ahvalini görseydi, böyle diyene “Senin ömrün uzun olsun” derdi.
Bir yoksulun Geylân’lı birisine “Tanrı seni selâmetle evine barkına kavuştursun” diye dua etmesi
Ekmeğe tapan, bir erkek bir yoksul, bir zembilli dilenci, bir gün Geylân’lı zengin birisinden
Ekmek alınca dedi ki: Yarabbi sen bu kulunu hoşlukla, selâmetle evine barkına kavuştur.
Geylân’lı kızıp a çirkin herif dedi, eğer ev bark, benim gördüğüm ev barksa oraya Tanrı, seni kavuştursun!
1240. Aşağılık kişiler, her söz söyleyeni hor hakir bir hale getirirler. Sözü yüceyse, değerliyse bile o sözün kaderini düşürürler.
Çünkü söz, dinleyene göre söylenir; terzi kaftanı adamın boyuna göre biçer.
Mademki meclisteki dinleyenler aşağılık kişiler, aşağılık söz söylemeden başka çare yok.
Bu sözü rehine koy da yine o kocakarının hikâyesine başla.
Bir insan kocaldı da bu yolda er olmadı mı adını kocakarı takıver!
1245. Ne sermayesi var, ne değeri, ne de bir sermaye kabul edecek kabiliyeti.
Ne hoş ve güzel bir şey verir, ne alır. Ne manâsı var ne anlama liyakati.
Ne dili var ne kulağı, ne aklı var; ne gözü. Ne kendinde, ne kendinden geçmiş, ne de düşünceye sahip.
Ne niyazı var, ne nazlanacak güzelliği. Soğan gibi kat kat ve her katıda kokmuş!
Ne bir yol varmış, ne yola gidecek ayağı kalmış. O kahpenin ne bir yanıklığı var, ne bir ah ve feryadı.
Bir yoksul, evin birinden ne istediyse “yok” cevabını aldı.
1250. Evin birine bir yoksul geldi. Kuru ekmek, yahut taze nane istedi.
Ev sahibi, burada ekmek ne arar? Burası ekmekçi dükkânı mı, aptal mısın sen dedi.
Dilenci bâri biraz yağ ver deyince dedi ki: Burası kasap dükkânı değil ki.
A ev sahibi, birazcık un ver bari deyince de, yine ev sahibi, burasını değirmen mi sandın dedi.
Dilenci her şeyden vazgeçtik, bir çanak su olsun ver dedi. Ev sahibi cevap verdi: Burası ırmak, yahut çeşme değil.
1255. Hâsılı ekmekten kepeğe kadar ne istediyse ev sahibi kendisiyle alay etti, acıklandı, yok dedi.
Yoksul içeri girip eteklerini kaldırdı evin içinde aptes bozmaya niyetlendi.
Ev sahibi; hey çirkin herif ne yapıyorsun, deyince dedi ki: Böyle yıkık yere bâri aptes bozayım da ferahlayayım.
Burada yaşamanın madem ki imkânı yok, böyle eve ancak aptes bozulur.
Padişah kolunda beslenmedin, avlanmayı bellemedin; zaten doğan değilsin ki av tutasın.
1260. Tavus kuşu da değilsin ki yüzlerce nakışlarla bezenesin de gözleri neşelendiresin.
Dudu değilsin ki sana şeker versinler, tatlı sözlerini dinlesinler.
Bülbül değilsin, âşıkçasına ağlayıp inleyesin, çayırlıkta, çimenlikte yahut lâle bahçelerinde güzel güzel çileyesin.
Hüthüt değilsin ki çavuşluk edesin. Leylek değilsin ki yücelerde yurt tutasın.
Ne iştesin sen? Seni ne diye satın alsınlar? Ne kuşusun sen? Seni ne diye yesinler?
1265. Bu değer bilmezlerin dükkânından vazgeç, yücel “Tanrı satın alır” ihsanının dükkânına gel!
Köhneliğinden kimsenin almadığı o kumaşı o kerem sahibi alır.
Onun yanında hiçbir kalp red edilmez; çünkü alış verişten kâr beklemez ki.
Kocakarının hikâyesi
O bunak sokağa bir gelin gibi çıkmak istedi; o azgın karı, kaşlarını yoldu.
Yanağını, yüzünü, ağzını güzelleştirip süslenmek için aynanın önüne oturdu.
1270.Yüzüne neşeyle birkaç kere allık sürdü; fakat pörsümüş suratını bir türlü boya tutmadı.
Kuran’ın aşır başlarındaki tezhipleri kesti, pis mundar suratına yapıştırdı.
Bu suretle yüzünün buruşuklarını örtmek, güzeller halkasına yüzük taşı olmak istiyordu.
O tezhipli yerleri yapıştırdıkça yapıştırıyor, fakat çarşafını giydi mi hepsi yere düşüyordu.
Yine onları alıp tükürüklüyor, yüzüne yapıştırıyor,
1275. Fakat yine çarşafına büründü mü hepsi, yere dökülüyordu.
Bir hayli çalıştı, çabaladı. Nihayet şeytana yüzlerce lânet dedi.
Bu sözü der demez İblis göründü de dedi ki: A kademsiz kadit olmuş, kurumuş, kokmuş kahpe!
Ben bütün ömrümde bunu düşünmediğim gibi senden başka da bu işi yapan kahpe görmedim.
Kötülükte acayip bir tohum ektin, âlemde musaf bırakmadın.
1280. Sen şeytan ordusunda yüz tane şeytan ordususun. A pis kocakarı, bırak beni!
Yüzün elma gibi kızarsın diye kitap bilgisinden nice aşirler çaldın.
Satmak ve onlarla kendine şeref ve mevki satın almak için Tanrı erlerinin nice sözlerini aşırdın.
Fakat eğreti renk senin yüzünü kızartmadı. Hurma ağacına bağlanan dal, hurma vazifesini görmedi.
Sonunda ölüm çarşafı gelip seni bürüdü mü bütün bu ziynetler, yanağından düştü.
1285. O göç zamanının “Hadi... kalk, kalk” sesi geldi mi bütün dedikodular yok olur gider.
Sükût âlemi gelir çatar. Bari sen, o gelmeden sus. Vay o kişiye ki ölümle ünsiyeti yoktur!
Gönlünü bir iki günceğiz cilâla da o aynayı kendine defter edin.
Sahip kıran Yusuf’un sayesinde Züleyha yeni baştan gençleşti.
Kocakarı soğuğunun o soğukluğu, temmuz güneşiyle değişiverir.
1290. Meryem’in sızıldanışıyla kurumuş hurma dalı yeşerir, hurma verir.
A kocakarı, kaza ve kaderle niceye bir savaşıp duracaksın, geçmişi bırak da eldekini ara.
Mademki yüzünün güzelleşmesine imkân yok; ister allık sür, ister kara mürekkep!
Hekimin iyileşmesinden ümit kestiği hasta
Birisi hastalandı. Hekime gidip dedi ki: Nabzımı ele al da,
İçimdeki derdi anla. Çünkü nabızdaki damar, kalbe ulaşır.
1295. Kalp görünmez, kayıptır. Onun hali, nabızdan anlaşılır, çünkü nabızla ilişiği vardır.
Ey emin kişi, yel de gizlidir; kopardığı tozdan, uçurduğu yapraklardan anlaşılır.
Sağdan mı esiyor, soldan mı? Onu sana yaprakların hareketi söyler.
Gönül sarhoşluğu nerededir? Görmezsin. Onu nergise benzeyen mahmur gözlerde ara.
Tanrının zatından da uzak olduğun için onu peygamberlerle mucizelerden bile bilirsin.
1300. Gizli olan mucize ve kerametler, temiz pirlerden gönüllere akseder.
Onların gönüllerinde yüzlerce hazır kıyamet vardır... En aşağısı şudur: Komşuları sarhoş olur.
Kutlu bir kişinin yanına göçen talihli, Tanrı ile düşüp kalkıyor demektir.
Cansız şeylere tesir eden mucize ya sopa ( nın ejderha olması) dır, ya deniz(in bölünmesi) dir, yahut da ayın ikiye ayrılışı.
Fakat vasıtasız olarak cana tesir ederse gizlice bir ilgiyle ilgilenir.
1305. Mucize ve kerametlerin cansız şeylere tesiri eğretidir,geçip gider.Fakat ruha tesiri daimidir, birbiri ardınca ulanır durur.
Bu suretle o cansız şeyden adamın gönlüne tesir eder. Ne hoştur hamur heyulası olmayan ekmek.
Ne hoştur Mesih’in hiç eksilmeyen sofrası, ne hoştur Meryem’in bağsız, bahçesiz yetişen meyvesi.
Kamil erin canından kopup gelen mucizeler, talibin canına, gönlüne hayat gibi tesir eder.
Mucize denizdir, nakıs kişiyse karada yaşayan kuş. Suda yaşayan kuş, helâk olmadan emindir.
1310. Her namahremin canını âciz eder, fakat hem dem olan kişinin canına kudret bağışlar.
İçinde bu kutluluğu bulamazsan her an zahirden istidlalde bulun.
Tesirler, insanın duygularında görünür durur. Bunlar, tesir edeni haber verirler.
Her ilâcın manâsı hakikati, her hünerin sanatı, sihri gibi gizlidir.
Fakat yaptığı işe ve eserlerine bakarsan hakikati gizli olmakla beraber onu meydana çıkarırsın.
1315. İçinde gizli olan kuvvet, fiile gelince açığa çıkar, görünür.
Bunların hepsi, sana eserleriyle görünür de nasıl olur Tanrı, eserleriyle görünmez?
Sebeplerle tesirler, iç ve kabuk değil mi? Araştırırsan hepsi de onun eserleri değil mi?
Eserlerine bakıyor da bazı şeyleri seviyorsun, peki, neden eserleri bağışlayandan haberin yok?
Bir hayale kapılıp halkı seviyorsun da doğu ve batının padişahını nasıl sevmiyorsun?
1320. Ey ulu kişi, bu sözün sonu gelmez. Bu husustaki hırsımız da dilerim bitmesin.
Hasta hikâyesi
Dön de hasta hikâyesini söyle, ayıpları örten hekimle macerasını anlat.
Hekim, hastanın nabzını tutup halini anladı. İyileşme ümidi hiç yoktu.
Dedi ki: Gönlün ne dilerse onu yap da bedenindeki bu eski dert gitsin.
Hatırına ne gelirse yap, geri durma da sabır ve perhiz, sana eziyet vermesin.
1325. Bil ki sabır ve perhiz, bu hastalığa ziyandır, gönlüne geleni yap.
Hastaya, Tanrının dediği gibi âdeta “Dilediğinizi yapın” dedi.
Hasta âlâ dedi, haydi sen git, hayra karşı. Ben ırmak kıyısına seyre gidiyorum.
Kendisine sıhhatten bir kapı açılsın, iyileşsin diye gönlünün dilediğince ırmak kıyısında gezinip duruyordu.
Su kenarında bir sofi oturmuş, elini yüzünü yıkıyor, temizken bir kat daha temiz oluyordu.
1330. Hasta sofinin kafasını görünce hülyaya kapıldı, içinden bir sille vurmak isteği coştu.
Bulgur aşına tapan sofinin kellesine vurmak için elini kaldırdı.
Hekim, içinden geçeni yapmazsan o, sana dert olur dedi.
Tanrı da “Kendinizi, elinizle, tehlikeye atmayın” buyurmuştur. Hele bir sille aşk edeyim.
Bu sabır ve perhiz, bir tehlikedir. Başkaları gibi çekinme, bir iyice vur bakalım diyordu.
1335. Silleyi aşk edince sofinin kellesinden şırrak diye bir ses çıktı. Sofi, hey asi kaltaban diye bağırdı.
Ona iki üç yumruk vurmak, sakalını, bıyığını yolmak istedi ama vazgeçti.
Halk da hastadır, hummalıdır, çaresizdir. Şeytanın igvasıyla böyle sille vurur durur.
Hepside suçsuzları incitmeye haristir. Birbirlerinin kafasını noksan görürler
Ey suçsuzların kafasına vuran, bunun cezasını kendi kafanda görmüyor musun?
1340. Ey hava ve hevesini hekimlik sanıp zayıfları tokatlamaya kalkışan!
Sana bu ilâçtır diyen, seninle alay etmiş, sana gülmüştür. O, Âdem’e de buğdaya kılavuzluk ettiydi ya!
Ey Tanrı yardımını dileyen Âdem ve Havva, ilâç için bunu yiyin, “Ebedi olarak yaşarsınız” demişti ya!
Şeytan, Âdem’in ayağını titretti, sürçtürdü, onun kafasına vurdu. Fakat o sille döndü, şeytanın kafasına geldi, ona ceza oldu.
Şeytan, Âdem’i adam akıllı sürçtürdü ama Âdem’in arkası Tanrı idi, elini tutan Haktı.
1345. Âdem bir dağdı, yılanla dolsa ne çıkar? Tiryak madeniydi, ona hiçbir zarar gelmedi.
Sende tiryakten bir zerre bile yok, kurtulacağını nasıl umuyor, nasıl aldanıyorsun?
Nerede sen de Halil’cesine Tanrıya dayanma, nerede sende Kelîm’deki keramet?
Nerede o Tanrıya dayanma ki kılıcın İsmail’i kesmesin, nerede o keramet ki Nil’in dibini ana cadde yapasın?
Kutlu bir adam, minareden düşse elbisesine rüzgâr dolar, onu yere yavaş indirir, kurtulur.
1350. Ey güzel adam, o bahta inanmıyorsan neden kendini yele veriyorsun ya?
Bu minareden Âd gibi yüz binlercesi tepesi üstüne düştü, başlarını da yele verdiler, canlarını da.
Bu minareden tepesi üstüne düşen milyonlarca kişiye bak.
İp üstünde oynamayı bilmiyorsan ayaklarına şükret, yeryüzünde yürü.
Kendine kâğıttan kanat yapıp dağdan uçmaya kalkışma. Bu sevdada niceler başından oldu.
1355. O sofi, kızgınlıktan ateşlendi, ateşe döndü ama işin sonuna göz attı.
Taneyi almayan ve tuzağı gören kişi, ilk saftan adım atar atmaz durur, ileri gitmez.
İşin sonunu gören gözlere ne mutlu. Onlar, bedenin bozulup çürüyüşünü görürler.
Ahmed’in gözü de onu görmüş, cehennemi buradayken kıldan kıla seyretmişti.
Arşı, kürsüyü, cennetleri görmüş, gaflet perdelerini yırtmıştı.
1360. Zarardan kurtulmak istiyorsan gözünü işin önünde kapa, sonuna bak.
Sona bak da yokları var gör, varları, duyguyla duyulan aşağılık bir şey bul.
Bâri şunu gör:Akıllı olan herkes gece gündüz yoku aramadadır.
Yoksulluğa düşüp de cömertliği kim aramaz, dükkânlarda bir kâr elde etmeyi kim istemez?
Tarlalarda kim mahsul istemez, fidanlıklardan kim bir fidan ummaz?
1365. Medreselerde bilgi elde etmeyi istemeyen, ibadet yurtlarında Tanrı lütfunu dilemeyen var mı?
Bütün bunlar varları, ardlarına atmışlar yokları istemekte, yoklara kul olmaktadırlar.
Çünkü Tanrı sanatının madeni mahzeni, yokluktan başka bir yerde tecelli etmez.
Bundan önce bir remizdir söylemiştik. Sakın bunu ve onu iki görme.
Demiştik ki her sanat sahibi, sanatını meydana getirmek için yokluk arar.
1370. Mimar, yapılmamış bir yer, yıkılmış, tavanları çökmüş bir yurt arar.
Saka, içinde su olmayan kap peşindedir. Dülger, kapısı bulunmayan bir ev aramaktadır.
Avlanma zamanında hepsi de yokluğa saldırırlar. Ondan sonra da hepsi yokluktan kaçarlar.
Mademki ümidin yoklukta, neden çekiniyorsun ondan? Tamahının enis olduğu şeyden bu çekinme nedir?
Mademki tamahın o yokluktur, yokluktan, yok oluştan bu kaçışın neden?
1375. Eğer bir yuvaya enis olmuşsan neden yokluk pususunda bekliyorsun a canım?
Elinde ne var, ne yoksa hepsinden gönlünü çekmiş, gönül oltasını yokluk denizine salmışsın.
Öyle olduğu halde bu murat denizinden kaçışın neden? O denizden oltana yüz binlerce av düştü.
Neden kârın adını ölüm taktın? Büyüye bak ki kâr sana ölüm görünmede.
Onun büyüsündeki sanat, iki gözünü de bağladı da canlar, kuyuya rağbet ettiler.
1380. Tanrı hilesiyle hayaline kuyunun üstündeki ova tamamı ile yılan zehrinden ibaret görünür.
Hâsılı kuyuyu, sığınılacak yer sanır, nihayet ölüm de onu kuyuya atar.
Söylediğim bu çeşit yanlışları Attar’ın sözlerinden dinle azizim!
Sultan Mahmutla Hintli köle
Tanrı rahmet etsin, hikâye etmiş, Gazi padişah Mahmud’u anarak inciler delmiştir.
Hint savaşında o ulu ve temiz kişi bir köle elde etti.
1385. Onu halife yaptı, tahta oturttu. Ona ordu verdi, onu kendisine oğul edindi.
Bu hikâyeyi uzun boylu ve etraflı olarak o din büyüğünün kitabında bul oku.
Hâsılı o çocuk, o güzelim tahtın üzerinde o büyük padişahın yanı başında otururdu.
Daima yanar yakılır, ağlar dururdu. Padişah dedi ki: Ey bahtı kutlu!
Neden ağlıyorsun? Devletin mi bozuldu? Padişahlardan üstünsün, padişahlar padişahıyla düşüp kalkmadasın.
1390. Sen şu tahtın üstünde oturuyorsun. Vezirlerle asker, tahtının önünde ay ve yıldızlar gibi saf saf duruyorlar.
Çocuk, şundan ağlıyorum dedi; Anam memleketimizde.
Beni daimi seninle korkutur, seni aslan Mahmud’un elinde göreyim derdi.
Babam, anama sıkılır, bu ne kızgınlık, bu ne kötü dilek.
Bundan başka bir beddua bulamıyor musun da böyle kötü ve öldürücü bedduada bulunuyorsun.
1395. Ne merhametsiz, ne taş yürekli anasın, onu âdeta yüzlerce kılıçla kesip öldürmedesin diye kızar, savaşırdı.
Ben ikisinin sözüne şaşardım, gönlüme bir korkudur, bir derttir düşerdi.
Mahmud acaba ne cehennem adamki derdim, helâke, felâketlere örnek olmada.
Senin korkundan titrer dururdum, keremlerinden, ağırlamalarından tamamıyla gafildim.
Neden anan şimdi gelsin de beni taht üstünde görsün ey cihan padişahı!
1400. İşte yoksulluk da ey daralmış adam, o Mahmud’a benzer, tıpkısıdır. Tabiatın, seni yoksullukla korkutur durur.